Italo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” (YKY, 2018)sunu okuyunca, aklıma kızını ormanda bırakan, terk ettiğini anlamasın diye ağaca kabak asıp giden bir babanın anlatıldığı masal geldi. Rüzgâr estikçe kabak tık tık diye ses çıkardığı için küçük kız babasının ağaç kestiğini sanır; ama hava karardığında terk edildiğini anlar ve kabağa dönüp der ki: “Tık tık eden kabacık, beni yalnız bırakıp giden babacık!”
Calvino da bu masaldaki baba gibi, okuruna bir kitapçıdan kendi kitabını aldırır, odasında huzur içinde ilk sayfasını açtırır... Sonra âniden ışığı kapatır, okuru dallarda bir sürü değişik roman parçası asılı olan –üstelik bunların çoğu eksik, hatalı veya sahtedir- karanlık bir anlatı ormanının ortasında bırakıverir. Canım okur, hevesli yolcu, oysa düz bir çizgide akan, her şeyin belirgin olduğu, başı-sonu belli bir öykü okumayı bekliyordu. Ama artık karanlıktadır, üstelik satın aldığı ve okumaya başladığı kitabın “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olmadığını anlamış, tedirgin olmuş, alışılmış okur tepkisiyle asıl kitabı –öyküyü demeliyim- bulmak için tekrar kitapçıya gitmiş, okuduğu parçanın Tazio Bazakbal’ın “Malbork Kasabasının Dışında” adlı kitabından bir bölüm olduğunu öğrenmiştir. Hâsılı Calvino, okurunun önüne bir “tuzak-roman” koymuş; onu tuzağa düşürmüştür.
İlk bölümde tuzağa düşen okur, okuduğu metne devam etmek arzusuyla, anlatı ormanında bir metinden öbürüne koşar; her metinde kaldığı yerden devam etmeye can atar; lâkin “tam bir kitabı açıp okumaya başladığı[n]da kendi[n]i yepyeni bir kitapla karşı karşıya” (s. 192) bulur; çünkü eline aldığı her metin farklıdır ve öncekinden heyecanlıdır, ama hiçbiri bitmez. Calvino, romanının 8. bölümünde yazar Silas Flannery’ye; “… romanların yalnızca başlangıçlarından oluşan bir kitap yazmaya karar verdim. Kahramanı, sürekli kitabı yarıda kalan bir Erkek Okur olacaktı. Erkek okur, Z yazarının A romanını satın alacaktı. Ama bu kusurlu bir kopya çıktığı için okumayı sürdüremeyecekti. Kitabı değiştirmek için kitapçıya gidecekti…” (s. 192) dedirterek, eserinin yazılış tarzı hakkında önemli ipuçları veriyor aslında.
İşte romanın ana öyküsü, bir kadın ve erkek okurun farklı metinler arasında, birinden diğerine doğru süren okuma yolculuğudur. Calvino, bu öyküde yazarlığı, yazma eylemini (Örneğin üretken yazarla huzursuz yazarı karşılaştırarak), okurları, okuma biçimlerini, yayınevinde kitabın basılma ve dağıtılma sürecini ele almakta; akademik ve istatistikî/ mekanik okuma biçimlerini (Örneğin Lotaria’nın okuma biçimi) eleştirmekte, kanaatimce Ludmilla gibi, kitapları yapanların değil, yalnızca okuyanların yanında yer alarak, doğal, masum ve ilkel bir okuma tarzını savunmaktadır (s. 99). Bu okuma süreci ya da okuma labirenti ve çok parçalı girift yapı, romanın sonunda kendine özgü; tekinsiz, belirsiz ve silik bir bütünlüğe kavuşur. Calvino böylece asıl gücü anlatmak ve öykü üzerine öykü biriktirmek olan, belli bir dünya görüşü dayatmayan, “sadece bir bitkinin dallarının, yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi” (s. 99) gelişen yeni bir roman tarzı dener.
Eserin ikinci katmanında bir erkek okurla bir kadın okurun (Ludmilla) okuma macerası var. Beraber okumanın “içsel bir ritim” (s. 129) doğurduğu, kitabın ruhsal ve zihinsel bir iletişim kanalına, bir ‘buluşma noktası’na dönüştüğü bir aşk öyküsü bu!
Ve sonunda bize kalan: Okurun romana karıştığı, hatta yazarla söyleştiği, bir anlatı ormanında kaybolmasının ve çeşitli metinler arasında yaptığı okuma yolculuğunun hazzı!..
Bir de şu: “kitapları başka kitap üretmek için kullananlar, kitapları yalnızca okumayı sevenlerden daha hızlı çoğalıyorlar.” (s. 100). Gerçekten öyle değil mi?..