Geçen hafta, Necip Fazıl’ın şiirlerini besleyen asıl gıdanın ‘dava’ olmadığını ileri sürmüştüm. Daha ileri gideceğim; şiirinin köklerinde toplumdan daha ziyade ‘fert’ vardır, huzursuz, buhranlı, cerbezeli bir fert. O ‘ferd’e değil de sadece ‘dava’ temine odaklanmak, Kısakürek’in şiirini eksik değerlendirmeye yol açar, nitekim açıyor da…
En iyisi metinler üzerinden konuşmak!.. Şairin “Babıali”sindeki şu satırlar, aslında onun buhrana meyyal kişiliğinin işareti:
“...feza boyunca hakikat arayıcılığına giriftar (Göte), (Rembo) ve (Tolstoy) gibi devre devre bunalım yaşayanlar, bence daha alâka çekici…” (Babıali, Büyük Doğu Yay., 1975, s. 185.)
Şairin “devre devre bunalım yaşayanlar bence daha alâka çekici…” ifadesine dikkat! Bu konuyu bir alıntı daha yaparak kapatayım. Kendisi “şiirimin aldığı yeni istikamet, hep geçirdiğim büyük ruh zelzelesinin…” (Okay, s. 29) sonucudur sözüyle, şiirinin asıl kaynağının altını çiziyor. İşte bu ruh zelzelesini ikinci plâna atıp, onu bir ‘ideolojiye hapsederek’ okumak yanlış! Hele de şiirini…
Şimdi şiirindeki ruh hâline bazı örnekler vermek istiyorum: “Cinnet, şüphe, korku, benim eserim” (“Nefs”, Çile, s. 69), “Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.” (“Destan”, Çile, s. 407), “Ayağımda zincir, boynumda kement” (“Yunus Emre”, Çile, s. 383), “Evet, kafam çatlıyor, güya ulvî hastalık/ Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” (“Muhasebe”, Çile, s. 402) gibi mısralar, ben’in huzursuz ruh hâlini özetliyor.
Sonra sık sık bir düğümlenme, bilinmezlik, kilitlenme durumu… Şiirlerindeki “kelepçe”, “gizli düğüm”, “yumak”, “kördüğüm”, “bilmece” vb. ifadeler de bunaltının göstergesi. Buna ayrıca irrasyonal korku, kaynağı belirsiz kaygılar, hafakanlar, halüsinasyonlar eşlik ediyor. Meselâ “Gece Yarısı” şiirinde karanlıkta, tavan bir alçalıyor, bir yükseliyor, duvarda parmaklar küçülüyor, çivide asılı elbiseler canlanıyor, “Cinler”, “Bu Yağmur”, Boş Odalar”, “Gece Yarısı” ve “Sayıklama” gibi şiirlerinde cinler, hayaletler, kambur cüceler, periler mısralarda cirit atıyor. Bu şiirlerde ben, yer yer “Üç ayakla seken topal köpeğim…” (“Sonsuzluk Kervanı”, Çile, s. 65), “kör ve çilekeş beygir” “Ben”, Çile, s. 67), “hoyrat baş…” (“Serseri, Çile, 68) vb. örneklerdeki gibi kendini suçlu, günahkâr ve hakir de görüyor, hatta bu hâl kendinden utanca ve nefrete kadar varıyor: “Aynalar Yolumu Kesti”deki “Çıkamam, aynalar, aynalar zindan/ Bakamam, aynada aynada vicdan” (Çile, s. 271) mısralarına bakın!..
Hasılı şiirlerinin çoğunda mekana, eşyaya, hatta sese, bir korku ve ürpertinin, bir buhran atmosferinin hakim olduğunu görüyoruz.
Bu çerçevede düşülen bir başka yanlış da Necip Fazıl’daki buhranı, -ki kendisi de böyle der- Abdulhakim Arvasi’yle tanıştıktan sonra, özellikle “Bir Adam Yaratmak” ve “Çile” ile başlatmak. Bence yanlış! Buhran, 1920’li yıllarda yazdıklarında da var. Sonra bu krizi salt “dinî-metafizik” dairede izah etmek de eksiklik. Çocukluğa, meselâ ‘baba-oğul ilişkisine’ inmek lazım…
Bir başka yanlış, şiirini sufi şiirin idrak ve duyarlığıyla örtüştürerek okumak!.. Necip Fazıl’ın dünyayı, hayatı, ölümü idraki ile Yunus’un ‘sufi idraki’ arasında bence çok fark var. Meselâ Yunus’tan Şeyh Galib’e kadar sufi şiir, ölümü hep bir ‘vuslat’, Yahya Kemal’in deyişiyle “âsude bahar ülkesi” olarak görür. Ama Necip Fazıl’da ölü/ ölüm sufi idrakte hiç görmediğimiz şekilde oldukça korkutucu/ korkunçtur. Mesela “Ve Nefsim” şiirinde; “Köpek korkusiyle korktum ölümden/ Ölmeden ölmeyi anlayamadım” (Çile, s. 71) der. “Dipsiz Kuyu”da ölüyü; “Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, gözüme kum” (Çile, s. 137) şeklinde tasvir eder. Sufi şiirde ölüme böyle bakılmaz!
Necip Fazıl’ı ideolojiye hapsederek okumak yanlış, onu diyorum!..