25 Mayıs, Necip Fazıl’ın ölüm yıldönümüydü. Evvelâ Allah’tan rahmet diliyorum.
Kısakürek gibi ideolojik kimlik taşıyan bir şairi tahlil ve tenkit etmek zor, başta bunu belirtmek gerekiyor. Çünkü mensup olduğu ‘fikirdaş kitle’ tarafından hayatı, şahsiyeti ve mücadelesine dair oluşturulan menkıbevi bir hâle, çoğu kez eserlerinin önüne geçiyor. Bu hâle ya da duvarlar, eleştirmen için de bir engel oluşturuyor. Genelde eleştiride bulunması gereken ‘mesafe’ ihlal ediliyor, yazılara kimi zaman aleyhte, kimi kez de lehte bir tavır siniyor.
Ben bu mesafeyi korumaya çalışacağım. Bunu yapabilmek için de önce şiirleri üzerindeki ideolojik hâleyi sorgulayacağım. Sorum şu: Necip Fazıl, bir ‘dava şairi’ midir? Yani şiirlerinin hepsi gözden geçirilse meselâ bir Âkif gibi ferdî değil de sosyal yönü ağır basan bir şiirle mi karşı karşıya kalırız? Üstad’a gönülden bağlı olan ‘fikirdaş kitle’ vereceğim cevaba belki şaşıracak ama, bence hayır!
Kısakürek’in dava şiirleri yok mu? Siyasî toplantılarda, mitinglerde yüksek sesle okumaya uygun, daha çok da mağdurun sesi olan… Var tabii! “Sonsuzluk Kervanı”, “Sanat”, “Büyük Doğu Marşı”, “Destan”, “Sakarya”, “Zindandan Mehmed’e Mektup” bu tür şiirleri. “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizesinde temsiliyet bulan, bir dönem mağdur ve mazlum edilen ‘biz’in sesidir bunlar. Şair, “Şarkımız”daki “Kırılır da bir gün bütün dişliler,/ Döner şanlı şanlı çarkımız bizim”, “Zindandan Mehmed’e Mektup”taki “Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!/ Yarın elbet bizim elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”, “Surda Açılan Gedik”teki “Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!/ Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” dizelerindeki gibi çoğu kez mağdurun öfkesi ve umudu olur bu şiirlerde. “Çile”nin “Dava ve Cemiyet” bölümündeki şiirlerin bir kısmı böyle.
Şimdi sorumu biraz değiştirerek tekrar edeyim: Kısakürek’in şiirini sadece bu ‘dava şiirleri’yle değerlendirmek doğru mu? Şairi üstad bilen kitle, genelde bu şiirleri görüyor, görmekle kalmıyor, başkaları için de bunları görünür kılmaya çabalıyor, politika, ondan lehte veya aleyhte kendine en uygun dizeleri seçiyor.
Kalabalıklar coşkuyu -gürültüyü de- sever, ama insanın kendini bulmak ve dinlemek için uygun ortamlar kalabalıklar değildir. Tanrı ‘tek’liktedir. Erling Kagge bunu başka bir şekilde söylüyor: “Tanrı sessizlik içindedir.” (Gürültü Çağında Sessizlik, Çev. Nezihat Bakar- Langeland, Alfa, 2020, s. 72). Hz. İsa da Hz. Muhammed de Budha da kendilerini Tanrı’ya sessizlik ve inzivada hazırladı. Hira, Hz. Muhammed’e, nehir Budha’ya sükunete dalmayı, sessiz bir kalple Tanrı’yı dinlemeyi öğretti.
Konu dışına mı çıktık? Hayır hayır! Şiirle yalnızlık ve sessizlik arasında tam da yukarıda söylediklerim doğrultusunda bir ilgi var. Gerçek şiir, kalabalıktan değil ‘kendi’nden, gürültüden değil ‘sessizlik’ten doğar. Bunu unuttuğumuz için yanılıyor, Necip Fazıl’ın sessizliğine veya kendine değil de hitap ettiği kalabalığa ve kalabalığın coşkusuna bakıyor, asıl şiiri ıskalıyoruz, asıl Necip Fazıl’ı da… Tabii kalabalıklar bizde istedikleri yüzü görmek ister. Biz de onlara genelde istedikleri yüzümüzü göstermeyi tercih ederiz. Oysa gerçek şiir, kalabalıklara dönük yüz’de değil!
Ben, Necip Fazıl’ın şiirinin baştan beri modern dünyadaki ben’in buhranını dile getirdiği, biz’den çok ben şiiri olduğu, felsefî ve psikolojik yönlerinin ağır bastığı kanaatindeyim. Bu itibarla meselâ çağdaşı Peyami Safa’daki ‘bunaltı’ ile Necip Fazıl’daki bunaltının menbaı aynıdır. “Bir Tereddüdün Romanı”, “Yalnızız” ve “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”ndaki ana karakterlerin bunaltısı ve arayışları, Necip Fazıl’da şiirle dışa yansımaktadır.
Bu kanaatimi gelecek yazıda metinlerden örneklerle teyit etmeye çalışacağım.