Aslında sorum şu: Necip Fazıl’ın şiiri bir ‘dava’ şiiri mi? Ya da şöyle sorayım; onun şiirinin asıl vasfı ‘dava’ mı? Meselâ “Sakarya Türküsü”, “Şarkımız”, “Zindandan Mehmed’e Mektup” gibi ‘biz’i, ‘biz’in mağduriyetini, öfkesini, umutlarını, ideal toplum özlemini dile getirdiği şiirleri mi?
Doğrusu bunlar, şairin “Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük” (Sakarya Türküsü), “Kalır dudaklarda şarkımız bizim” (Şarkımız) diyerek yücelttiği birer ‘dava’ şiiridir ve o davaya inanan ‘biz’ kümesine hitap eder. Sonuçta ‘dava’ya inanan her ‘ben’, şiire ruhen eklemlenerek ‘biz’ olur ve şiir giderek ‘koro’nun yüksek sesle söylediği bir ‘marş’a dönüşür. Kanaatimce bu şiirlerin asıl vasfı, gücü -tüm dava şiirlerindeki gibi- daha çok ‘kitlesel etki’den geliyor.
Evet Necip Fazıl, “Büyük Doğu”daki yayımları, konferansları ve “Büyük Doğu Cemiyeti” ile kitlelere hitap eden güçlü bir politik sesti. Ama şiiri; şiirinin asıl gıdası, bu şiiri tahrik eden bir ‘kitlesel kaygı’, ideolojik mücadele veya mağduriyet miydi?.. Sorum bu.
Bence hayır! Necip Fazıl’ın şiirini besleyen asıl su ve toprak, içindeki ‘kaotik ben’dir. Bir başka deyişle ruhsal çalkantı, medcezir ve bunun yarattığı vehimler, hafakanlar, korkular… Zaten kanaatimce tür olarak şiir, dipte depreşen zaptedilmez bir ruh hâlinin tezahürüdür. Ve modern şiirin ana kaynaklarından biri kaotik ruh hâlidir. Kısaca modern şiir kaostan besleniyor. Necip Fazıl’ın şiirlerinin menbaı da kaos! Örnek verdiğim gibi ‘dava’ şiirleri de var elbette, ama tüm şiirleri göz önüne alındığında bunlar az yer tutar. Hatta sözünü ettiğim ‘kaotik ruh hâli’ dava şiirlerine de sirayet etmiştir. İşte bu sebeple Necip Fazıl, ‘biz’den çok ‘ben’ şairidir. Şiirlerinin çoğunda zapt u rapt altına alınamayan, fırtınalı, çalkantılı, gel-gitleri olan huzursuz, çoğu kez de kendisiyle barışık olmayan bir ‘ben’ vardır. Onun şiirini özgün kılan da işte bu ruh hâlini yansıtan ‘buhran imgeleri’dir. Şiirsel derinlik asıl bunlarda…
Söylediklerimi bir karşılaştırma yaparak daha iyi açıklayabilirim sanırım. Meselâ Yahya Kemal’in şiirlerinde karşımıza genellikle ‘âsude bir ben’ çıkar. Bu ben’in bir ayağı ‘modern dünya’da olsa da ruhu ve gönlü, hafızasındaki/ hayalindeki âsude İstanbul’dadır. Hatta bu ruh hâliyle ölümü bile ‘âsude bir bahar ülkesi’ olarak görür. Necip Fazıl’ın şiirlerindeki ben ise modern dünyanın ben’i; soruları olan, bunlara cevap bulmakta, boşlukları doldurmakta zorlanan; “Cinnet, şüphe, korku, benim eserim” (Nefs), “Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.” (Destan) mısralarında görüleceği üzere huzursuz bir ben. Sadece ölümü/ ölüyü yansıtan “Dipsiz Kuyu” şiirindeki “Ağzıma soğuk kurtlar dolacak, gözüme kum” mısraı bile ruh hâli bakımından Yahya Kemal ile Necip Fazıl arasındaki büyük farkı göstermeye yeter.
Şimdi Kısakürek’in şiirlerinde depreşen bu ben’in ruh hâlini birkaç örnekle göstermek istiyorum. Meselâ bu ruh hâli sık sık mekâna, mekân tasvirlerine yansıyor. “Kaldırım”lardaki “Yolumun karanlığa saplanan noktasında/ Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum”, “Kara gökler, kül rengi bulutlarla kapanık/ Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar”, “İçimde damla damla bir korku birikiyor/ Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler/ Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor/ Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler”