Bu köşede, fırsat düştükçe, son devrin Müslüman aydınlarından bahsetmek istiyorum. Çünkü Osmanlıdan bugüne Türkiye’de güçlü bir İslâm düşüncesi damarı var. Ama maalesef, günümüzde ‘İslâmcı hareket’, bu fikrî/ilmî/edebî birikimden beslenemiyor. Temelsiz bir çaba, derinliksiz ve sadece ‘hâl’e, hâlin korunmasına matuf bir kültürel politika ve plânsız bir cehtle yol almaya çalışıyoruz… Her neyse, bu eksikliği kuvvetle hissetmek dahi iyiye işarettir. Bize, azimle çalışmak düşer. Bu minvalde geçen haftalardaki yazılarımızdan birinde Said Halim Paşa’dan bahsetmiştik. Bugün de aynı devrin bir başka Müslüman aydını Babanzade Ahmet Naîm’i hatırlayalım.
II. Meşrutiyet, fikir hayatımızın en hararetli dönemlerindendir. Osmanlı’da ‘modernleşme’ tartışmalarının arttığı ve köklü reformların teklif edildiği bu dönemde, Müslüman aydınlar, İslâm düşüncesinden kopmamak için kuvvetle direndiler. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşşad dergileri, bu fikrî ve siyasî hareketin âdeta mektebiydi. Devrin Müslüman aydınları, bu dergilerde kümelenerek, İslâm birliğini savundu, ırkçı hareketlerin İslâm’a aykırı olduğunu yazdı, Batı taklitçiliğine karşı ‘yerli/İslâmî’ bir duruş sergiledi. Ahmet Naîm Bey de ilmî yazıları ve Darülfünûn’daki çalışmalarıyla bu mücadeleye destek verdi.
Süleymaniyeli ‘Baban’ ailesine mensup olan ve Fatih Türbedârı Ahmed Âmiş Efendi’nin torunuyla evlenen Babanzade Ahmet Naim (1872-1934)’in hayat hikâyesini Fahrettin Gün’ün Müderris Babanzade Ahmed Naîm ve Babanzâde Ahmed Naîm Hayatı ve Eserleri adlı kitaplardan okursunuz. Ancak, Galatasaray ve Mülkiye Mekteplerini bitirmiş, başta dinî ilimler olmak üzere Arapça, Farsça ve Fransızca’ya hakkıyla vâkıf, Galatasaray Lisesi’nde ve Darülfünûn’da ders vermiş, önemli bir ilim ve fikir adamı olduğunu bilelim. Mehmet Âkif’in de ilmine güvendiği en yakın arkadaşlarındandı. 1933 Üniversite Reformu’nda birçok Müslüman aydın gibi o da tasfiye edildi.
Babanzade’nin ilk vasfı; Arapça ve İslâmî ilimlere olan vukûfudur… Kaynaklar, devrinde Arapça’yı en iyi bilen aydınlardan biri olduğunu kaydediyor. Nitekim Arap edebiyatından yaptığı tercümeler ve ancak 3 cildini yazabildiği Sahih-i Buhari Muhtasarı ve Tecrid-i Sarih Tercümesi ile “Mukaddime”si bunu gösteriyor…
İkinci hususiyeti; Fransızca’ya ve Batı felsefesine hâkimiyeti… Darülfünûn’da felsefe dersleri veren, felsefeye dair araştırma ve tercümeleriyle tanınan Babnzade, Üniversitede İslâm felsefesini savunan, İslâm düşünce geleneğinden kopuşa şiddetle direnen az sayıdaki felsefecilerdendi. Ziya Gökalp’in, yeterince araştırmadan ve İslâmî bir endişe taşımaksızın önerdiği yeni felsefî ıstılahlara bu sebeple karşı çıktı. Darülfünûn’dan öğrencisi olan Macit Gökberk ve Niyazi Berkes, çeşitli yazılarında, hocalarının İslâm felsefesi geleneğine ve kavramlara dair hassasiyetine -biraz da hafife alarak- değinmişlerdir. Ama yazdıklarının satır aralarından dahi, Babanzade’nin şuurlu bir aydın olduğu, İslâm felsefesini ve kavramlarını fikir ve ilim hayatımızdan tasfiye teşebbüslerine, şiddetle karşı çıktığı anlaşılmaktadır. Meselâ Ziya Gökalp’in psikoloji ilmi için “ruhiyat” demesine karşı, ısrarla “ilm-i nefs”i, aynı şekilde “metafizik” karşılığında “mâba’de’t-tabîa”yı, Fransızca “attention” karşılığında “dikkat”i değil, “tahdik”i kullanmıştır. Çünkü bunlar, İslâm felsefesinin kavramlarıdır; örneğin İbn Rüşd ve Farabî, metafizik karşılığında “mâba’de’t-tabîa”yı kullanır.
Hâsılı, modernleşmenin İslâm düşüncesine yönelik tehditlerinin farkına varan ilk aydınlardandı Babanzade. Felsefî kavramlara dair yaptığı çalışmalarıyla, bize, Müslümanların İslâmî kavramlarla düşünmeleri gerektiğini öğretti. Çünkü kavramlarını kaybeden bir milletin düşüncesini ve inancını kaybedeceğini biliyordu.