Bugünlerde İslâm dini ve Arap dili-edebiyatıyla ilgili çalışmaları bulunan Şarkiyatçı Thomas Bauer’in “Müphemlik Kültürü ve İslâm” (Çev. Tanıl Bora, İletişim Yay., 2019) adlı kitabını okuyorum. İlginç ve kışkırtıcı bir kitap. İslâm toplumlarının geri kalmasına neden olan zihinsel duvarların nasıl örüldüğünü, dolayısıyla günümüzdeki otoriter, dogmatik, mutlakçı, selefî eğilimlerin köklerini görmek bakımından önemli.
Amacım müphemlikle ilgili dinî sorunu tartışmak değil. Çünkü bu, özellikle Kuran’ın yoruma açıklığı ya da kapalılığıyla ilgili - içtihat kapısının kapanmasını da içeren- ciddî bir mesele. Konunun uzmanları tartışmalı.
Ben, kitabı okurken özellikle edebî eserlerin, ama genelde de sanatın müphemliği ve bunun insan zihnine sağladığı imkânlar üzerine düşündüm. Tabii müphem alanın ortadan kalkmasının olumsuz sonuçlarını da…
Öncelikle müphemlik nedir onu açıklamaya çalışayım. Kanaatimce insan aklı –kartezyen felsefe-- temelde iki alanı birbirinden ayırmaya odaklanıyor: Doğru-yanlış, iyi-kötü vb… Söz konusu mantık, kesinleştirme, sarih kılma ve somutlaştırmaya güdümlü. Bu mantığa göre bir şey ya iyidir ya kötü, ya aktır ya kara… İşte müphemlik tam da bu birbirine zıt ve kapalı alan arasında ne doğru ne yanlış, ne iyi ne kötü olduğu meçhul, en azından insan zihninin çözmeye gücünün yetmediğini kabul ettiği serbest ve örtük alandır!.. İhtimal ve ihtiyat alanı da diyebiliriz buna. Ucu açık, çünkü kesin değil! Dolayısıyla ihtilaflı da… Bu arada aklıma geldi, Stephen Toulmin’e göre kesin bilgiye sahip olamamak, insan olmanın bir bedelidir:
“Bu çokluğu, çok anlamlılığı ve kesinlikten uzaklığı hoş görmek bir hata, hatta bir günah değildir. Vicdanlı bir şekilde üzerine düşünürsek, bunun tanrı değil de insan olmamızın kaçınılmaz bedellerinden biri olduğunu görürüz.”
Bu açıklama yeter mi bilmiyorum, ama sorularla devam edeyim belki anlatabilirim. Sanatın dili mutlak ve sarih mi olmalıdır? Ya da bir şeyi olduğu gibi ‘mutlak’ kopya etmek sanat mıdır? Bence hayır! Çünkü bir şeyi tamı tamına anladığımızda –acaba anlar mıyız ki?- zihnin yolculuğu biter. Oysa sanat eseri müphemliğiyle, muhatabını ucu açık bir zihinsel yolculuğa açar, açmalıdır. Şöyle de diyebiliriz, müphemlik şüpheyi, şüphe merakı, merak aramayı, aramak da yola çıkmayı doğurur… O hâlde müphemlik zihni diri tutan, dinamik kılan bir yolda olma hâlidir. Sanat eseri kullandığı örtük dille muhatabının düşünce, duygu ve hayalini işte böyle bir keşif yolculuğuna çıkarır… Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Bence Beckett’ın “Godot’yu Beklerken” adlı eserini başarılı kılan en önemli vasıf, müphemiyettir. Eserin ana karakterleri Estragon ve Vladimir’i beklemeye, yol hâlinde olmaya iten asıl güç o müphem Varlık’tır. Tanrı elbette vardır, ama müphemdir. İnsan, somut olmasa da zihninde var olduğuna inandığı o müphem Varlık’ı bekler, hem de sonsuza kadar... Dolayısıyla Beckett’in eseri asıl gücünü ve etkisini metindeki ve evrendeki o müphem Varlık’tan alır. Bekleyişi ve umudu –hatta her okurun zihninde başka ihtimalleri- sağlayan o müphemiyettir.
Ama meselâ politik dil, doğru ile yanlış, ak ile kara arasındaki o serbest, dinamik müphem alanı yok ederek, muhatabının zihnini, tercihini kendine raptetmeyi amaçlar. Böylece zihni bir alana; aka ya karaya hapseder. Kanaatimce hukuk dili de aynıdır; müphemliğe gem vurmak ister. Meselâ sanatın müphem dili, fıkhın kesinleştirmeye, somutlaştırmaya eğilimli mantığıyla okunmaya çalışılır. Oysa müphemlik, yani başka ihtimallere açık olmak, geçişgenliğe, kıyasa ve en önemlisi tekamüle imkan tanır. Tek doğrucu, kesinlikçi anlayış, anonim ve homojen bir birliktelik dayatır, zihni, duyguyu, düşünceyi, hayali statikleştirir.
Herhâlde İslâm dünyasının en önemli sorunlarından biri bu müphemiyet hoşgörüsüzlüğüdür.