Modern insanın asıl amaçlarından biri, içine doğduğu dünyayı ve nesneleri bilmek istemesidir. Modern idrak, bu yolda sadece aklı ve beş duyuyu kılavuz edinir. Bilmekten, bilgiden kastı doğaya ve nesnelere egemen olmak, güç devşirmek, kendini güçlü kılmaktır. Dolayısıyla modern bilimin güç/ iktidarla doğrudan ilişkisi var. Bu ise sonuçta doğal olarak ülke ve milletleri bir ileri-geri, güçlü-zayıf ayrımına götürüyor. Modern toplumların en büyük endişesi ‘medeniyet’ diye formüle edilen dairenin dışında; yani geride kalmaktır. Tanzimat sonrası Türk edebiyatına egemen olan asıl büyük endişe budur!.. Okuyun Şinasi’yi, Namık Kemal’i Ahmet Mithat’ı, Mehmet Âkif’i, Peyami Safa’yı, Tanpınar’ı, eserlerine bu ilerleme-geri kalma endişesinin egemen olduğunu göreceksiniz… Geri kalmışlık ve maddî anlamda ilerleme arzusu, Osmanlı şairinin huzurunu kaçırmıştı bir kere. Nitekim Âkif; “Bakın mücahid olan Garb’ a şimdi bir kerre /Havaya hükmediyor kâni olmuyor da yere” mısralarında doğaya hükmeden Batı’ya gıptayla bakar ve söz konusu endişesini; “Kurtuluş yok sa’y-i daimden, terakkiden bugün” şeklinde dile getirir.
Siyasi ve sosyal şartların doğurduğu bu ‘modern endişe’, Osmanlı şairini ‘sufi idrak’ten ve o idrakin odaklandığı ‘maveraî âlem’den – kendine özgü dinginlikten de- koparıp, sadece somut gerçekliğe ve toplumsal düzen/ güç arayışına yöneltti. Sanata da söz konusu endişeleri, toplumsal düzen ve güç arayışını dile getiren bir araç olarak bakıldı. Bence modern Türk edebiyatını -sûfî poetikanın diliyle söylersek- işte bu ‘dünyevî endişe’ şekillendirmiştir. Dolayısıyla modern Türk ediplerinin huzursuzluğunun nedeni, istisnalar dışında genelde felsefî-metafizik problemler değildir. Buna, metafiziği poetikalarının odağına koymak isteyen ‘İslâmî duyarlıklı’ şair ve yazarları da dahil edebiliriz!..
Evet sufî şiirde bir dinginlik var, ona sonra geleceğim!.. Ama başlangıçta Batı edebiyatında bulduğumuz ve hayranlıkla bakıp öykündüğümüz ‘realizm’ ya da modernite, Beckett, Sartre, Kafka, Camus gibi yazarlarda, modern Türk edebiyatında olmayan bir ‘felsefî huzursuzluk’, modernizmin insanı ve zamanı mekanikleştirmesinden kaynaklanan bir travma doğurdu. Sorulara cevap bulamasa da bu yazarların ‘ontolojik bir endişe’ taşıdıkları âşikâr. Modern Türk edebiyatında eksik olan işte bu ‘ontolojik endişe’dir!.. Sufî şiir, bize kaybettiğimiz o dinginliği, Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”yle simgeleştirdiği o meçhul huzur âlemini hatırlatır ve modern insan da bilir ki “her şey naylondandır” -bunun sufî şiirdeki karşılığı ‘fânilik’tir- . Modern şair, arada bir “Göğe Bakma Durağı”nda insana nefes aldırır, ama gerçekte bu travmatik âlemdeyizdir, bu “Kan Kentler”de…
Şimdi Yunus’tan hareketle modern şairin idraki ile sufi şairin idraki arasındaki farklara değinelim. Yunus’un ‘bilme’ gayesi ontolojiktir; varlığın/ kendinin kökenini, bir yaratılmış olarak Yaradan’ı anlamaya matuftur. Nitekim bir şiirinde; “Okumakdan mânâ ne kişi Hakk’ı bilmekdir” (Yunus Emre, Divan Seçmeler, haz. Mustafa Tatçı, Diyanet işleri Başkanlığı Yay., 2020, s. 144) diyerek sufilerdeki bilmenin ve bilginin amacını belirtir. Hatta dünyadan sırt çevirmeyi de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Ona göre ‘ballar balı’ somut dünyada değildir, aradığı da bu bilgi değildir. Oysa Mehmet Âkif, “Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını” derken Yunus’un kastettiği ‘ilm’i kastetmez. Onun endişesi maddî olarak geri kalmışlıktan kurtulmaktır, bunun için de teknoloji ve güç üreten ‘bilim’e ihtiyaç vardır. Bunu söylerken söz konusu bilgiyi ve amacı reddetmiyorum, sadece aradaki farka dikkat çekmek istiyorum.
Şimdilik burada kalalım. Sufi şiirin endişesi ile modern şiirin idraki ve endişesi arasındaki farklara değinmeye devam edeceğim.