Harold Bloom, “Etkilenme Endişesi” (Çev. Ferit Burak Aydar, Metis, 2008) adlı kitabında Şeytan’ı modern şairin atası olarak görür (s. 59). Çünkü o, her şeyin -kelâmın ve şiirin de- menbaı ve menşei olan Asıl Metin’den (Tanrı) sapmayı simgeler. Bloom’a göre Şeytan, Tanrısal metinden (selef) bilerek ve isteyerek sapmıştır ve genç şair, kendi sesini bulabilmek için böyle bir adım atmalıdır. Modern şiirin menbaında bu şeytansı sapma vardır. Ona göre Şeytan, işte bu niteliğiyle modern şiirin atasıdır, ilham perisi günahtır… Âdem de onu izler; o da Tanrı’nın yasakladığı meyveyi yiyerek ilâhî metinden sapmıştır, ilham perisi Havva’dır.
Burada dikkati çeken şuydu: Bloom modern şiiri -hatta genel olarak edebiyatı- ilahî olandan koparıyor, bu sapışı da insanın/ şairin ‘kendi olma’ yolundaki ilk şiirsel adım olarak yüceltiyordu. Çünkü ona göre Tanrı, genç şairi kuşatan, kendi sesini bulmasını, Yunus’un deyişiyle ‘kendözin’i bilmesini engelleyen Büyük Selef’ti. Kanaatimce Freud’un odipal çatışmasının kökenleri dahi kutsala kadar indirgenebilir. Nitekim Bloom, şiirde halefin selefle çatışmasını, sık sık Freud’un görüşleri doğrultusunda açıklıyor.
Sufi şiir bu kutsaldan sapış ve kutsalla çatışmaya dayalı kendini bulma teorisinin tamamen zıttı bir yol izler. Yunus’un da söylediği üzere evvelâ kelâmı asıl sahibine tevdi eder, şiirin menbaının ilahî olduğunu söyler. Fakat her insanın/ şairin kendine özgü bir sesi olduğunu, olması gerektiğini de bilir. Sufi şiirde kendi olmak, parçanın/ cüz’ün kendini idrak etmesidir. Aslında “Mantıku’t-Tayr”, “Hüsn ü Aşk” vb. ‘yolculuk kurgusu’ üzerine bina edilmiş ve kendini bulma/ bilmeyi alegorik bir biçimde anlatan tüm sufi metinler -bir tür bildungsroman- bu konuyu işler. Ama dikkat edin! Bu metinler bir sapmayla, otoriteye karşı çıkışla, isyanla, çatışmayla başlamaz… Lâkin yolda ‘nefs’le amansız bir çatışma da yaşanır. Mantıku’t-Tayr’da kuşların aşması gereken yedi vadi (vâdiü’s-seb’a-yedi engel), bu çatışmanın yedi aşamasının simgeler. Bloom, bu aşamaları -ki altı aşamadır- koparak kendini bulma biçiminde şematize ediyor. Oysa sufi şiirde kendini bulma/ bilme, koparak değil parçanın Bütün’üne kendi olarak ulaşması, eklemlenmesi şeklinde şematize edilir. Çünkü parça, ait olduğu Bütün’e ulaşamadığı sürece kendini anlamlandıramaz. Örneğin Mantıku’t-Tayr’da otuz kuş, otuz parça, kendileri olarak Bütün’e ulaşırlar, ama kendilerini Bütün’e eklemlediklerinde hem Bütün’ü hem ‘kendi özleri’ni idrak ederler. Bloom’da şairin özerkliği koparak kazanılıyordu, sufi şiirde parçanın Bütün’e eklemlenmesi ile elde ediliyor.
Buradan kimileri şöyle bir anlam çıkarır mı? Sufi şiir, otoriteye, selefe tâbi, şairin kendi olmasını engelleyen bir poetik boyun eğiş üzerine mi kurulu? Bence hayır! Sufi şiir, sadece Hakikat’e, adalete tâbidir. Dünyevî bir otorite kabul etmez. Dünyayı fâni olarak görmesi bundandır. Çünkü Adorno’nun da dediği gibi “Muhtemel avantajlara dikilmiş göz, bütün insan ilişkilerinin –bana göre edebiyatın da- ölümcül düşmanıdır.” (Minima Moralia, s. 34). İşte asıl ontolojik ve büyük muhalefet, muhtelif avantajlara göz dikerek edebiyat yapmamaktır! “Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün/ Allah’adur tevekkülümüz itimadumuz” (Şu alçak dünya, makam ve güç arzusuyla alçaklara boyun eğmeyiz, sadece Allah’a güvenir ve inanırız) diyen bir şiir nasıl olur da adaletsiz, alçak bir otoriteye boyun eğer?..
Söylemek istediğim şu: Edebiyatta isyanı, karşı çıkışı, çatışmayı, eleştiriyi önce ontolojik bir köke, ilkeye ait kılmadıkça, şairin özerkliği ve hatta muhalifliği sorununu götürür götürür siyasal otoriteye, ulusal üstünlük söylemlerine bağlarız. Ve sonuçta ana ilkeden, felsefeden yoksun bir edebiyat, iktidar savaşlarının sadece aracı olur, sadece araç!..