Borges’in “Öteki Soruşturmalar” (Çev. Peral Bayaz Charum, Türker Armaner, İletişim Yay., 2015)’nda “Alegorilerden Romanlara” başlıklı ilginç bir makalesi var. Bu yazıda alegoriyi “estetik bir hata” ya da “estetiğin bir hatası” olarak görüyor. Kanaatimce kasten yapılan bir hata alegori: Bir tür ‘edebî örtü’… Croce, alegoriyi iki ayrı içeriği tek bir biçime sığdırmaya çalıştığı için korkunç buluyor. Meselâ Mevlâna’nın “Mesnevî”sinde ney, hem bir kamış, hem de insanı temsil eder, böylece iki içerik tek bir biçime –ney- sığdırılmaya çalışılır. Oysa Croce’a göre içerikle biçim birbirinden ayrılmaz, bir içeriğin bir biçimi vardır; dolayısıyla ‘ney’e insan anlamı verilmesi bir estetik hatadır. Bence alegori bir hata ise –ki öyle- edebiyat/ sanat bir hatalar silsilesidir…
Benim asıl dikkatimi çeken bu değil de Borges’in alegoriyi bir tür ‘genelleme’ olarak görmesiydi. Ona göre Ortaçağ bir alegori çağıydı ve bu çağın insanı için gerçek, “insanlar değil insanlık, bireyler değil türler, türler değil cinsler, cinsler değil Tanrı” idi. Bu, bir piramitsel bir genellemedir. Türk edebiyatında mesnevîlerin temelinde de aslında böyle alegorik bir piramitsel genelleme vardır. “Leyla ve Mecnun”da, “Hüsn ü Aşk”ta, “Mantıku’t-Tayr”da kişiler ya da varlıklar, kendi bireysel özelliklerini; meselâ ayrı ayrı bir insanı, bir kuşu değil tüm insanlığı veya birtakım soyut kavramları simgelerler. Dolayısıyla Leylâ’da tek bir Leylâ/ birey yoktur, Mecnun’da da yoktur, bireyin yerini tür olarak tüm insanlık alır. Mesnevî yazarı Leylâ’ya tüm Leylâ’ları, Mecnun’a da tüm Mecnun’ları sığdırır. Böylece Hüsün ya da Aşk’ta da görüleceği üzere kendilerini değil, tüm insanlığı veya soyut kavramları temsil ederler. Croce’un bir biçime birçok içerik sığdırmak dediği bu olsa gerek. Minyatür de öyledir! Nakkaş, kişiliği/ bireyi olabildiğince siler.
Borges, alegorinin bu genellemeci metoduna, nominalistlerin –Türkçe’ye adcı diye çevrilmiş- karşı çıktığını söylüyor. Nominalistlere göre bireyin dışında bir gerçek yoktur, genel kavramlar sadece bir sözcük, ad olarak vardırlar. Bu, nominalistlerin alegorik edebiyata mesafeli durduklarını gösteriyor.
Klasik Türk edebiyatı, Borges’in bu düşüncelerine göre bireyselliği örten, genellemeci –cüz’de küllü gören- alegorik bir edebiyattır. Âlemi bir bütün olarak, umumi heyetiyle idrake çalışır, parçalarda bütünü görmeyi amaçlar. Bu açıdan bakınca Yunus’un “Yunus sana tutdu yüzün unutdu cümle kendözün/ Cümle sana söyler sözün sensin söz söyleden bana” beyti oldukça anlamlıdır. Özellikle kendözünü unutmak, bireyi örtmek demektir, yüzünü Tanrı’ya tutmak ise parçayı/ bireyi değil bütünü (Tanrı) idrak etme gayretini gösterir.
Ama bu alegorik bakış, “kendözünü unutma”, parçada bütünü görme anlayışı zamanla değişti. Meselâ Namık Kemal’in “İntibah”ındaki Mehpeyker veya Ali Bey, “Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat”taki Fıtnat ve Talat, metne kendi özleriyle ağırlık koymaya başladılar. Klasik Türk edebiyatındaki alegorik mesnevîler, Borges’in deyişiyle Platoncu bakış, yerini nominalist, bireyi öne çıkaran romanlara bıraktı. Türk romanı, Croce’un deyişiyle bir biçime bir içerik sığdırmaya yöneldi.
Ama bunu başardı mı? Bence hayır! Türk romanında alegori alışkanlığı bir dönem sadece kılık değiştirerek devam etti. Geçmişte tasavvufî alegoriler metne ağırlığını koyarken, daha sonra ideolojik temsiliyetler bireyi sildi. Bu açıdan bakınca ne Felatun Bey, ne Aliye öğretmen, ne Seniha, ne Ahmet Celâl, ne Kuyucaklı Yusuf, ne İnce Memed vb. birey olabilmişlerdir. Çünkü çoğu, yazarlarının kuklasıdır, kendözlerini değil bir ideolojiyi, bir toplumsal düzeni temsil ederler. Biçimde birer insandırlar, ama içerikte kendilerine misyon yüklenmiş ‘modern alegori’dirler…