Yola neden çıkılır? Elbette bir menzile, bir yere ulaşmak için! İnsan, yola çıkmadan önce gideceği yeri kararlaştırır ve varmak için bir zaman ve mekân silsilesinden geçer. Buna mesafe diyelim. Bir bakıma doğumla ölüm arasındaki ömür de bir mesafedir. Bu süreçte nerelere uğramayız, nerelerde durmayız, nelerle, kimlerle karşılaşmayız ki!.. Bu açıdan değerlendirdiğimizde ömür denilen mesafe, bir öğrenme, tecrübe sürecidir. Aslında yol kurgusu üzre kaleme alınmış “Mantıku’t-Tayr”, “Hüsn ü Aşk” gibi tasavvufî eserlerde sülûk ya da tarik adı verilen bu mesafe, insanı kemâle götüren bir süreçtir. Modern edebiyatta buna bildungsroman, oluşum ya da gelişim romanı diyorlar. Bu tür eserlerde yola çıkan kahraman (sâlik), çeşitli hâllerden/ engellerden geçerek murat edilen menzile, aslında kendine ulaşır, şahsiyetini bulur, dolayısıyla kendini bilir. O hâlde yol, bu eserlerde kendini bilme ve bulmanın -sufi edebiyata vakıf olanlar kendini bilme/ bulmanın neye tekabül ettiğini bilirler- vasıtasıdır, bir tür terbiye, irfan süreci.
Şimdi asıl merama geleceğim. Geçenlerde Elias Canetti’nin “Sözcüklerin Bilinci” (Çev. Ahmet Cemal, Sel Yay., 2017) adlı eserindeki “Yazarın Uğraşı” başlıklı yazıyı okurken şu cümlelere rast geldim:
“Bir hedefe varma bilinciyle hareket eden, yol boyunca bu amaca hizmet etmeyen çok şeye safra gözüyle bakar. Yükünü hafifletmek için kendini onlardan kurtarır, attıklarının, belki de kendisinin en iyi yanları olmasıyla ilgilenmez; vardığı noktadır onun için önemli olan; noktadan noktaya giderek kanatlanır ve hesabını hep metrelere göre yapar.” (s. 307)
Buradan şunu düşündüm: Modern çağ, yola, mesafeye değil, amaca, sonuca odaklanır ve buna ulaşmak için en kestirme yolu seçer. Bütün amaç, menzile varmaktır, süreçte öğrenilenler vakit kaybından başka bir şey değildir. Aklıma İsmet Özel’in bir mısraı geldi, “Mazot”ta: “Tez kızaran güllerden kendini sakın” der. Her şeyin bir olgunlaşma süreci vardır, meyvelerin de insanların da. Ama insan, meyveleri dahi teknoloji ve kimyasallar aracılığıyla hızla olgunlaştırmanın peşinde, üstelik tabiatın ve sağlığın hilafına.
Şimdi başka bir konuya değineceğim. İnsan, bu hız, kâr tutkusuyla tabiat, akıl-mantık yasalarını da hiçe sayıyor. Üniversiteye giriş sınavlarının soruları tam da buna uygun bir zihniyetle hazırlanıyor. Tek amaç var: Doğruya, menzile hızla ulaşmak!.. Öğrenmenin tabiatına aykırı bu! Bir matematik problemi dahi çözülmesi için bir mesafe içinde yol almayı gerekli görür. Şimdi yol ortadan kalkmış, hooop sonuca geliyorsunuz. Nasıl geldiniz, niçin geldiniz, mantık, kıyas hepsi vakit kaybı. Necatigil’in “Dönme Dolap”ta dediği gibi “Nerden niçin mi geldim?” hiç önemli değil, Gel dediler geldim! İşte bu yüzden test usulüyle yetişen insanlarda muhakeme, mukayese, münakaşa, muhasebe yok. Sadece kendilerinden bulunması istenen menzili buluyorlar. Nu menzile nasıl gidilir, niçin gidilir bunlara cevap veremiyorlar. Canetti, salt başarı’ya -ben buna kariyer diyeyim- sonuca odaklı bu yöntem, “insanın ufkunun daralmasına yol açar.” (s. 307) diyor. Yol, mesafe sayesinde insanın ufku genişler, eğitimin asıl amacı ufku genişletmek. Garip bir eğitim! Bilime de tabiata da aykırı bir hız tutkusu.
Canetti yukarıdaki satırları asıl yazarlara söylüyor; salt başarıya, hedefe odaklanmanın hayatın bazı alanlarında gerekli ve yararlı olmasına rağmen yazarlar açısından “ancak yıkıcı etki” yaratabileceği kanaatinde (s. 307).
Aklıma Kavafis’in “İthaki” şiiri geldi, “İthaki’ye doğru yola çıktığında/ dua et yolun uzun/ serüvenler, bilgilerle, dolu olsun (…) ayağını çabuk tutayım deme/ Bırak yıllarca sürsün bu yolculuk…” der.
Ben de öyle diyorum, yolunuz uzun olsun, menzil mesafenin sonucudur çünkü.