İhsan Deniz, Mehmet Solak’la yaptığı söyleşide; “Her şeyin yolunda gittiği bir dünyada şairin eli, şiir yazmaya çok nadir giderdi…” (Sevgilimdir Yazdığım Her Şiir Benim, haz. Mehmet Solak, Cümle Yay., 2016, s. 152-153) der. Aynı fikirdeyim, şiir yanlıştan doğuyor, yanlışların açtığı boşluklardan, hasretlerden, öfkelerden, acılardan… Eskilerin deyişiyle ‘tûl-ı emel’ ya da ‘emel gurbeti’!.. Her insanın içinde daima ulaşmak istediği bir emel gurbeti var; hayaller, özlemler, umutlar… Bir kuş, içimizde çırpınan rengarenk bir kuş o! Oysa ten bir kafes, dünya da ten’in kafesi, içinde heves kuşu: Can! Bunaltımız buradan geliyor.
Neden yazdım ki bunları? Şiirle angoisse (bunaltı) arasında bir ilgi kurdum belli ki! Var bence; genelde sanatla angoisse, özelde ise şiirle angoisse arasında kuvvetli bir bağ var. Sanatın kaynağında yoğun, derin angoisse’lar bulunduğunu düşünüyorum, özellikle modern sanatın. Romanda da böyle bu, şiirde de.
Söylediklerimi -söyleyeceklerimi de- pekiştirmek için Deniz’den bir alıntı daha yapayım: “Kazanımlardan ziyade büyük, çaplı kaybedişlerdir şaire büyük şiir kapılarını açan.” (s. 66). Kaybedişler, evet! Şiir insanın dünyaya gözlerini açmasıyla başlayan kaybedişlerin melâlinden doğuyor.
İhsan Deniz’in son şiir kitabı “Çehresi Ufkum”u (Mevsimler Kitap, 2021) en iyi anlatan ilk kelime nedir diye sorsalar, evvelâ angoisse derdim ya da melâl. Melâlde bir Şarklı taraf var bence; tasavvuftan kaynaklanan fânilik duygusuna bulaşan bir derin keder. Angoisse daha modern, absürde yakın. Deniz’in bu kitabındaki en yoğun duygu, yer yer tasavvufa, melâle -bu bakımdan Ahmet Haşim’in modern akrabası- yakın duran angoisse’dır.
Meselâ daha başta; “Soğuk yorgan nedir ki?/ İçinde buzdan havlular saklanan yorgan?” (s. 2) der. Bir imgedir yorgan, kaldırdığınızda ben’in yorgunluklarını, umutsuzluklarını, kırgınlıklarını, yalnızlığını bulursunuz:
“İçinde yorgun, morarmış, iğne yapraklar saklanan.
İçinde eylüller, doğum günleri, alıp başını gitmek, umutsuzluk
Bir harfin uzun uzun soluması içinde.
İçinde felçli bir ağız.” (s. 2)
Felçli bir ağız! Sanki bütün bir şiir o ‘felçli ağız’ın kendi kendine mırıldandığı hüzünlü bir şarkı gibidir. “Baht-ı Siyah”ta mezarda bile kanayan “mavi yara” -varlık yarası ve birçok- bu kitapta da “mavi akan kan” (s. 3) olarak tüm dizelerin kalbinde akıyor.
Kitaptaki şiirleri anlatan ikinci kelime ise ‘ben’dir kanaatimce; uzun bir ‘ben şiiri’ “Çehresi Ufkum”. Yaralı, umutsuz, kırgın, istikbâlinin olmadığına inanan –“İstikbâl yok bende” der çünkü-, “Nehrin karanlıkla buluştuğu” bir yerde bulunan, zaman zaman hastalıklarla, ilaçlarla haşır neşir olan pesimist bir ben’in şiiridir bu. Dolayısıyla dıştan ziyade tümüyle içe dönük, psikolojik bir şiir. Nitekim daha kitabı yazma sürecindeyken, bu şiirlere dair ipucu vermiş şair; “Bu kitabın ana unsuru benim” (Sevgilimdir Yazdığım Her Şiir Benim, s. 169) diyor ve sürekli kendini didikliyor. Bu, tüm şiire yayılmış psikolojik bir hâl. “Kendime tuzak kurmak zaten eski âdetim./ Başlamadan bitirmek, kazanmadan kaybetmek/ konusunda hüner sahibiyim.” (17) dizelerinde de görüyoruz o ben’i. Şiirdeki ben, o kadar bunaltı içinde ki, bir ara dayanamayıp “Krematoryumları açın!” diye haykırıyor.
Kısaca “Çehresi Ufkum”un odağında şairin ben’i var; kalbi söz dinlemeyen, “Bir insan kalbine niçin zarar verir ki?” demesine ve kendine zarar verme pahasına, yaralarını deşen bir ben. Bir de mazide kalan bir aşkın hâlâ kanayan yarası. Aşkın yarasından akan kan, varoluş sancısına karışıyor, böylece angoisse’la melâl kaynaşıyor.
Ya sonunda?.. Angoisse, fânilik duygusuyla -tasavvufa tutunarak- sükûnete erer.
“Olan olmuş
olacak olmuş
olacak bir şey yokmuş.”
Dervişâne bir teslimiyettir bu!