Medeniyet, doğayı –insan doğasını da- gözetlemek, denetlemek ve biçimlendirmek isteyen bir çabalar bütünüdür. Hatta doğayı, doğal gelişimi -Zygmunt Bauman buna vahşi kültür diyordu- kendisine tehdit olarak görür. Bu bakımdan onunla âdeta savaş hâlindedir.
Ama şu da var: Hız ve çabukluk! Medeniyet, hız peşindedir, hızla ulaşmak, hızla üretmek istiyor. Hız, daha çok üretmenin ve dolayısıyla daha çok kazanmanın da ön şartı. O hâlde medeniyet zaman denilen o güçlü atı da dizginlemek, ayarlamak ister. Vahşi kültürde zaman keyfîdir, kendince akar… Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde Türkiye’nin asıl probleminin bu olduğuna söylüyor; zaman atını dizginleyememek, hıza ayak uyduramamak!.. Zavallı Muvakkit Nuri Efendi, tamir edeceği saatlere bir doktorun hastasını muayene eder gibi bakan, müşterisine bir haftadan önce gelmemesini söyleyen, ağır ve temkinli Nuri Efendi. Medeniyet denilen hız makinesinin tezgâhını devireceğini henüz fark etmemişti!..
Tıpkı Muvakkit Nuri gibi –ama onun kadar bilge ve sakin değildi- Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları”ndaki baba da o eski, köhne kunduracı tezgâhının başında medeniyetin hızına mağlup oldu. Zaten Namık Kemal de Londra’yı anlattığı “Terakki” başlıklı makalesinde Thames Nehri’ndeki buharlı gemilerin hızına gıpta ile bakmamış mıydı? Bu açıdan bakarsak hız elbette yararlıdır; ama hızla üretilen sentetik maddelerin doğala nispetle daha dayanaksız olduğu da bir gerçek. Nitekim Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde bir başka saatçi Agop Saatciyan’ın çalışma usulünü buna örnek verir.
Benim yazmak istediğim şey bu değildi aslında, ama kalem işte alıp götürüyor, zihin çalışmaya başladığında kalemin elinden tutup başka kıyılara doğru çekiyor. İçimdeki ben, yazmak için planladığım yoldan çıkıyor. Ama durdum. Aklım, denetleme huyundan vazgeçmedi, tekrar yola dönüyorum. Akıl böyle işte, keyfiliğe tahammülü yok! Zygmunt Bauman “Parçalanmış Hayat” (Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı, 2018) adlı kitabında modernliğin akıl denetiminde bir düzen yaratma peşinde olduğunu söyler (s. 80). Buna göre kamusal alanlar da aklın denetlediği, gözetlenen, kimin, nasıl girip çıkabileceği dahi belirlenmiş alanlardır. Otoritedir medeniyet, otorite… Bu açıdan bakınca aklın egemenliğine dayanan medeniyetin tutkuyu –aşk mı diyelim?- kendine bir tehdit olarak gördüğü söylenebilir. Çünkü içten doğan tutku, keyfiliği ve kural tanımazlığıyla aklın öyle kolay kolay denetleyemeyeceği bir arzudur ve medeniyetin düzenini bir anda yıkabilir. Herhâlde Philippe Aries de böyle düşünüyor olmalı ki medeniliğin kalp ve bedenin gizli tutkular doğrultusunda hareket etmesine karşı olduğunu söyler. Dolayısıyla tutkulardan kaynaklanan tüm keyfî, kendiliğinden hareketler “medenî düzen için yıkıcı”dır (s. 81). Ama Dostoyevski “Yeraltından Notlar”ında insanı sadece akıl ve mantığın güdümünde, üstelik anonim bir varlık olarak gören –herkese, beyinlere de bir medeniyet üniforması giydirmeye çalışan- Çernişevski’ye karşı çıkar! Akıl ve mantığa uymayan kahramanı aracılığıyla insanın akıl tarafından denetlenemeyebileceğini gösterir. İrade, her zaman ve herkeste akıl ve mantığın gösterdiği aynı istikamete doğru yürümez ki!..
Demem o ki, akla karşı bir de gözlerimiz var! İnsanın içinde ikamet eden ezeli ve özel ben’in dışa açılan penceresi! Göz göze gelmek var bir de! Göz göze değdiğinde akıl, süreli de olsa tamamen devre dışı kalabiliyor, onun arzulamadığı bir “taahhüt filizleniyor” (s. 79), biri, kurallara aykırı biçimde ve hiç hesapta yokken öteki’ne açılıyor, kamusal alan tarumar oluyor. Medeniyetin, varlığı, doğayı ve insanı hizaya sokmaya çalışan pençesi, artık o pencereye, gözümüze ulaşamıyor…