Bir sanat eseri nasıl doğar, hangi aşamalardan geçerek tezahür eder?.. Eserin nüvesi, tohumu nedir? Biçim mi özden, öz mü biçimden doğar? Mana mı lafza, lafız mı manaya tâbidir? Bunlar, geçmişte olduğu gibi çağdaş sanatta da tartışılan konular…
Kanaatimce ve Rıza Tevfik’in de; “…mevcud-ı aslî ve hakikî, ‘ruh’tur; ‘akıl’dır; madde –onun cilve-i mahsusası olmak itibarıyla- mahlûktur.” (Sanat ve Estetik Yazıları, s. 109) dediği gibi, hakikî ve aslî varlık ruhtur ve ruh, kendine has bir maddeyle zahir olur. Nitekim Proclus, “Kâinat aklın heykelidir!” sözüyle aslî varlığın ruh/ akıl, evrenin de bu ruhun mekânı olduğuna işaret ediyor. O hâlde başta şu tespiti yapalım: Varlığın madde ve mana olmak üzere iki yüzü vardır; görünen, zahirî yüzü maddesi, görünmeyen batınî özü ise manası, ruhudur. Dil de böyledir; ses ve çizgiden ibaret olan harfler, bir tertip içinde lafzı oluşturur. Her lafız bir varlığa veya eyleme delalet eder. Lâkin ‘varlık’ yoksa lafız da yoktur. Meselâ ‘kalem’ olmasaydı ‘kalem’ diye bir sözcük de olmayacaktı. O hâlde lafzın var olabilmesi için mutlaka delalet ettiği bir ‘varlık’ lâzım. Buna karşılık lafzın olmaması, bir ‘şey’in var olmadığı değil, bilinmediği anlamına gelir. Ancak tersten giderek şunu da söylemeliyiz: İnsan, varlığı lafızlar/ işaretler vasıtasıyla bilir; mahlûkâttan Hâlık’a doğru… Dolayısıyla lafızlar, aslî/ hakikî varlık değildir; zaten var olan ‘şey’lerin bilgisini ileten işaretlerdir.
Mesele sanat açısından da böyle. Meselâ bir şiir veya öykü, sanatkârın kalbine evvelâ ‘ilham’ olarak doğar. O hâlde ilham, sanat eserinin batınî nüvesi; sanatkârın kalbine üflenen manadır. Nitekim Rıza Tevfik ilhamı, benliğimizin en müphem derinliklerinden bir yer altı kaynağı gibi fışkırıp bilincimize ulaşan ‘vâridât’ (içe doğan hâl) diye tanımlar (Sanat ve Estetik Yazıları, s. 72). Dolayısıyla Valery’nin “İlk mısra Tanrı vergisi” dediği üzere, sanat eserinin vücut bulmasındaki ilk adım kalbe düşen ‘mana/ ilham’dır; ki hünerle elde edilemez. İkinci aşamada, sanatkâr, kalbine üflenen manayı, güzel, etkili ve açık şekilde, zekâsı ve yeteneğinin gücü oranında, çalışarak lafza döker, bir sûrete (forma) büründürür.
Bu bağlamda mana mı lafza tâbidir, lafız mı manaya tâbi olur, biçim mi özden, öz mü biçimden doğar, sorusunun cevabı açıktır: Önce mana, sonra ona uygun lafız gelir. Nitekim İslâm âlimlerinin çoğuna göre de lafız manaya tâbi ve hizmetçi olur. Meselâ İmam Gazali; “Hakikatlerin kendilerine açıldığı kişiler (…) mânâları asıl, lafızları da bunlara tâbi olarak kabul ederler.” Buna karşılık zayıf olan kişiler ise tam tersine “hakikatleri lafızlardan elde etmeye çalışırlar” der (Mişkâtü’l-Envâr -Nur Metafiziği- s. 56). Cürcanî de; “… lafızlar manaların hizmetçileridirler ve manaların hükmüne tâbidirler. Lafızların yönetimini elinde bulunduran ve lafızların itaatini hak eden manalardır. Manaya karşı (…) lafzı öncelleyen kişi, bir şeyi olduğu cihetten saptıran ve bir şeyin tabiatını değiştiren kişi gibidir.” (Esrârü’l-Belâgat -Belâgatin Sırları- s. 36) sözleriyle ona uyar.
Şimdi, bir manası, meselesi, sızısı olmayan, eseri salt lafız, biçim ve kurgu tekniğinden ibaret sanan bazı yazarların bilmesi gereken bir şey var: Bir edebî eser, lafız/ biçim itibarıyla kurallara uygun, kusursuz, “pek fasih ve beliğ” olabilir. Ancak kalbimizde heyecan uyandırabilme yeteneğinden mahrum ise ruhsuzdur. Gayet dilber bir heykele benzer; belki fevkalade güzel bir kalıbı vardır, fakat cansızdır. (Sanat ve Estetik Yazıları, s. 71).
Sonuçta sanatta lafzı yadsıdığım sanılmasın. Hayır! Lafız varlığını manaya borçludur, diyorum. Ve ekleyeceğim: Mananın da zahir olmak için lafza ihtiyacı var. Haftaya inşallah…