Kanaatimce sîret, kendini sûret (form) ile dışa vurur. Dilde de böyledir; mana görünmek ve bilinmek için lafza ihtiyaç duyar. Bu, karşılıklı bir ihtiyaçtır; birinin olmaması diğerini eksik kılar. Lâkin bir sanat eserinin mükemmeliyeti, mana ile lafzın uyumlu bir şekilde bütünleşmesiyle sağlanır. Zaten ‘dâhi sanatkâr’ da, Rıza Tevfik’in deyişiyle “bu iki kabiliyeti bil-fiil haizdir”; yani hem manaları keşfedebilme vasfına, hem de lafza hâkim olma yeteneğine sahiptir.
Nasıl mekân, ruhun zahir olduğu bir cilvegâh ise, lafız da mananın mekânıdır; dolayısıyla mana bir mekân ile bir mekân içre doğar ve bir mekânda ikamet eder. Bu, en iyi biçimde Divan şiirindeki ‘beyit’le anlatılabilir. Bilindiği üzere ‘beyit’in sözlük anlamı evdir. Mısra ise kapı kanadı demektir. Beyte, yani eve, iki kanatlı bir kapıdan; iki mısradan girilir. Şiir açısından düşünürsek, mana ‘beyit’te/ evde ikamet eden sultandır. Kapının iki kanadı (mısralar) bir vezin, bir ölçü üzere birbirine denk gelecek ve sıkıca kapanacak şekilde inşa edilir. Ev, ‘mana sultanı’ için vardır ve ona yakışır güzellikte olmalıdır. Okur da bu beyte (eve), mısraları (kapının iki kanadını) açıp girer ve sultana böyle ulaşır. Bu bağlamda Mevlana’nın; “Nedir ki harf üzüm bağının çitten duvarı” dizesinde harfleri ‘üzüm bağı’nın ‘duvar’ına benzetmesi de dikkat çekicidir. Kısaca şiirde beyit mananın evidir.
Mana ile lafız arasında uyum sağlanamazsa ne olur? Şüphesiz bu, esere eksiklik olarak yansır; en önemlisi ‘samimiyet’, ‘inandırıcılık’ problemi doğar. Bu da eserle okur arasında ruhsal/ kalbî bağ kurulamamasına yol açar. Dolayısıyla sîretle suret, yani biçimle içerik arasında ‘uyum’ olmalı. Nitekim Boileau; “Üslûb-ı beyân aynıyla insan” sözüyle, mizaç ile dil/ üslûp arasındaki ilişkiye ve uyuma işaret eder. Lafız-mana uyumu hakkında bir örnek de Yahya Kemal’den nakledelim. Şair, “Şiir Okumaya Dair” başlıklı yazısında Nedim’in; “Dökülen mey kırılan şîşe-i rindân olsun” dizesini, “Varsın, dökülen şarap olsun, kırılan da şarap şişesi olsun” şeklinde bozup söylersek tam bir mana ifade ettiğini; ama şiirin kaybolduğunu söyler. Bunu da mısradaki “istif ve derûnî ahenk[in] zail” olmasına bağlar (Edebiyata Dair, s. 5). Demek ki yalnızca mana bir sözü şiir yapmaya yetmiyor, ona uygun bir lafız seçimi, “istif”, hatta “derûnî âhenk” lâzım. Rıza Tevfik bu işleme ‘hüner’, bu işlemi bihakkın yapana da ‘hünerver’ diyor. Lâkin ‘hüner’ nispeten öğrenilebilen bir şeyse de “hususi bir deha ister” ve “bir imtiyazdır” (Sanat ve Estetik Yazıları, s. 71).
Sanatta form becerisi; yani hünerverlik, bizi ister istemez “Sanat yapılan bir şey midir?” sorusuna götürür. Kanaatimce ilhamın; ilk dizenin Tanrı vergisi olduğunu kabul etmek ve manaya tâbi olmak kaydıyla, sanat sonraki aşamalarda ‘yapılan’ bir şeydir; ki Valery de “Les dieux, gracieusement, nous donnent pour rien tel premier vers, mais c’est à nous de façonner le second…” cümlesiyle şiirde ikinci dize ve sonrakileri şekillendirmenin şaire kaldığını belirtmektedir.
Hâsılı bir sanat eserinde mana kadar lafız da önemlidir. Nitekim Nâbi’nin, bir beytinde;
“Lafzsız eyleyemez murg-ı ma’nî pervâz
İki mısra tarafeynindeki bâl ü perdür”
“Mana kuşu lafızsız uçamaz, beytin iki tarafındaki mısralar da onu uçuran kanatlardır” diyerek, manayı bir kuşa, lafzı da onu uçuran kanatlara benzetmesi dikkat çekicidir. O hâlde mana, ancak lafızla uçar ve okurların kalbine onunla ulaşır. Ama lafzın manayı uçuracak kudrette olması lazım. Tabii ki Sezai Karakoç’un “biçim peşinde iken ruhunu yitirmemek, geometrinin, şemanın tutsağı ve kurbanı olmamak” cümlesini daima hatırda tutarak (Edebiyat Yazıları I, s. 62).