Bugünlerde yine ortalık allak bullak! Yer altı dünyasının babaları, mafya-bürokrasi ilişkileri şu bu!.. Karanlık işler!
Mafyanın tarihi çok eskilere dayanıyor. Prototip, eşkıyalık bence. Kırsal kesime has bir yapılanma.
Dağdan düze inince külhanbeyi tipi çıkıyor karşımıza. Çook eski bir İstanbul’da sol omuz hafif yana yıkılmış, kaküller sol kaşa düşmüş, başta yana yatık ibrişim püsküllü sıfır numara kalıplı bir fes!.. Omuza atılmış adına patatuka denilen bir palto, içte camedan denilen bir yelek, altında göğüs kısmı al peteği şeklinde oyuk bir mintan, belde ipek bir Sakız veya Trablus kuşağı!.. Boğazda düğümü önde bir mendil. Pantolon, yarım Fransız olacak; yukarısı dar, dizden aşağısı geniş. Ayaklarda beyaz çoraplar ve yumurta ökçeli, arkası basık kunduralar.
Refii Cevad Ulunay, “Sayılı Fırtınalar” adlı eserinde kabadayıları; külhanbeyleri, tulumbacı kabadayılar, efendi kabadayılar olmak üzere üçe ayırıyor! Külhanbeyleri pek makbul sayılmazmış. Hatta kabadayılar birini küçük düşürmek isterlerse külhanbeyi derlermiş.
İşte külhanbeyi!..
Bir de nârâsını attı mı sokaklar inlermiş! Heyyyyt bee!.
“Heeeyyyt! Var mı bana yan bakan?..
Fesimiz kaş üstünde, püskülü saçak
Ceketim omuzda, belimde kuşak
Bir yanda tabanca, bir yanda bıçak
Yan bakma babalık, yakarım seni!
Yemenim küt burun, yumurta topuk
Ecdaddan külhanbeyim değilim kopuk
Şaşırıp sataşma sakın babalık
Kulaklarından duvara çakarım seni…” (İhsan Birinci “Eski İstanbul’da Kabadayılar”, Hayat Tarih, S.2, Mart 1968)
Bizde kabadayılık böyle, nârâları da şiir tarzında!..
Tarihi çok eskilere gidiyor… Yıllar önce Ece Ayhan’da şair Konstantinos Kavafis’in, çocukluğunda bir süre İstanbul’da yaşadığını ve külhanbeyilere has birtakım âyinlere katıldığını okumuştum (Çanakkaleli Melahat’a İki El Mektup ya da Özel Bir Fuhuş Tarihi, s. 63-65). Sonra Ebuzziya Tevfik’in “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adlı kitabında bazı bilgilere rastladım. Âyinleri şöyle imiş. Külhan kardeşliğine girecek çocukların ana-babasız ve kardeşsiz olmaları gerekirmiş. Külhancı, külhana getirilen çocukların başından “Layhar kefeni” denilen bol, iki yakalı bir gömleği geçirir, sağ tarafa eski çocuk kolunu, sol tarafa yeni çocuk kolunu sokar, bir gömlekte iki çıplak, âdeta iki başlı bir vücut olurmuş. Sonra ocağın ağzına dönerek; “Ey Layhâr’ın evlatları! Burası baba yurdudur. Burada senin benim yoktur. Burada herkes kardeştir. Bir anadan doğanlar, bir babadan olanlar birbirlerini boğazlarlar. Lâyhâr’ın evlatları birbirlerini bir vücut bilirler. Kardeşlerine birisi bir iğne batırsa acısını kendi vücutlarında duyarlar. Bu kefene sağlığında girenler ölünceye kadar birbirlerini ayrı görmezler. Bu, ikilikte birliktir. Bu senin sağ elindir. Sen de bunun sol elisin. Vücudunuz birdir. Başlarınız ikidir. Biriniz sağınızı, biriniz solunuzu görürsünüz. Ömrünüzün sonuna kadar birbirinizi görür gözetirsiniz. Her gün kazancınızı buraya getirirsiniz. Burada bu senindir, bu benimdir yoktur. Az çoğu artırır. Çok hepinizi besler. Kazan birdir. Hepinizi doyurur.” der, Layhar’ın ruhuna bir Fatiha okurmuş. Törenin sonunda iki çocuk külhanda bu gömlekte uyur, böylece kardeş olurlarmış.
Tahirül Mevlevî’ye göre lay, şarap küplerinde toplanan tortu demek. Bu tortu, ucuz ve keskin olduğu için fakir ayyaşlar onu kullanır, böyle kişilere lay-hâr denirmiş. İşte külhanbeylerinin şeyhi melami-meşrep “Külhanî-i Layhâr”, Hakîm-i Senâî’nin mürşidi olan bu zattır (Divan Edebiyatı Yazıları, İkinci Kitap, Büyüyen Ay, 2021, s. 301).
Nailî-i Kadim bir beytinde buna göndermede bulunarak;
“Tarîk-i fakâda hem-kefş olup Senâî’ye
Cenab-ı Külhânî-i Lay-hâr’e dek giderüz”
diyor.
Son günlerdeki mafya ilişkileri karşısında milletin de yalın ayak Külhanî Layhâr’a gitmekten başka çaresi yok galiba!..