Macerayı nasıl tanımlamalı bilmiyorum. Belki insanın sıra dışı olaylarla karşılaşması, bu olayların üstesinden gelmek için “olağanüstü ve kahramanca” bir mücadeleye girişmesi denebilir. Buna göre macerada ilk şart, olağanüstü; hatta şaşırtıcı olaylar dizisinin vuku bulmasıdır. İkinci şart, elbette macerayı yaşayacak “kahramanlar”ın mevcudiyetidir. Olağanüstü, beklenmedik olaylarla yüz yüze gelen kahraman, doğal olarak, bu olayları bertaraf etmek için “kahramanca bir mücadele”ye atılır. O hâlde bir maceranın figürleri, kelimenin sözlük anlamıyla “kahraman” olmalıdır. Bir de macerayı oluşturan “olağanüstü olaylar dizisi”, onu yaşayan, dinleyen, seyreden veya okuyanda, korku, endişe ve merak uyandırır. İşte bundan dolayı; yani olağanüstülük, kahramanlık ve bunların kişide yarattığı heyecan sebebiyle, macera, insanları cezbeder. Kimi yazarların eserlerinde “macera”ya ağırlık vermesi bundandır. Meselâ, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal vb. yazarların eserleri daha çok maceradan; entrikadan ve aksiyondan beslenir, okuyana maceradan kaynaklanan bir haz verirler. Ama kanaatimce bu tür eserler, daha çok çocuk ve genç yaştaki ruhlara hitap eder; Behçet Necatigil’in deyişiyle “hikmet burcu”na özgü değildir. Çünkü hikmet burcu, olağanüstü olayların, destansı kahramanlıkların ve entrikanın; kısaca maceranın peşinde değildir, hayatı, insanı, zamanı derinden kavramayı yeğler.
***
Hâsılı macera fanidir. Maceranın fani olduğunu idrak ettiğimizde, bizi asıl cezbedenin bizatihi “macera” değil de, onun faniliğini kavramak olduğunu anlarız. Bu fark edişle beraber ruh, maceradan tat almaz olur, ondan vazgeçer ve asıl “hikâye”ye döner; gerçek ıstıraba, insanın evrensel trajedisine… Öyle ise, hikâyenin öz gıdası macera değil. Meselâ Tanpınar’ın eserleri, gücünü asla “macera”dan almaz. “Huzur”, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” veya “Mahur Beste”de yazar/okur, “macera”nın peşine takılmaz, olağanüstü olay ve kahramanlardan, entrik gerilimden beslenmez. Bu romanlar gücünü, toplumumuzun yaşadığı sosyal değişime dair derin gözlemlerden, içerdiği kuvvetli sosyal, felsefî, psikolojik fikir ve tahlillerden alır.
A. Şinasi Hisar da böyledir; o da okurları macerayla, çarpıcı olaylarla ve entrikayla cezbetme kaygısı taşımaz. Meselâ “Fahim Bey ve Biz”de “macera” yoktur, hayat sakin biçimde akar. Bu akışta, -kendine özgü, ayrıksı tavır ve davranışlarıyla Fahim Bey odakta olmak kaydıyla- bir devrin insanları ve yaşayışı âdeta resmigeçit yaparlar… Hisar ise, müşahit anlatıcı vasıtasıyla, o fani akışı yorumlayan bir bilge yazara benzer. Romanda, maceranın tahtına, anlatmanın veya dil/üslubun bizatihi kendisi kurulur, metin; meselâ; “Zira, daima böyle, başkalarına acıdığımızı sanırken bile, içimizden mutlak biraz kendimize ağlarız.” ya da “… bu ölüm haberleri, devam eden ve edecek olan zamanın, ölene, bir gazete sütunundan son olarak gönderdiği bir nevi selâm değil midir?” gibi hikmetli cümlelerle okurları derin düşünce ve duygulara gark eder.
Şimdi düşünün, ilk gruptakiler nelerden besleniyor, Tanpınar ve Hisar nelerden?.. Biri, okuru macera ve entrika ile cezbetmenin, diğerleri hayatı ve insanı derinden kavramanın peşinde… Birinde metin, âdeta çılgın bir at gibi koşuyor ve bundan zevk alıyor, diğerlerinde gayet yavaş, içinize gömülerek, düşünerek yürüyorsunuz…
***
Maalesef Türk edebiyatı, sineması, tv dizileri, genelde bizi salt macera ile avutmaya çalışıyor!
Edirneli Nazmi’den bir beyitle bu “macera”yı noktalayalım efendim:
“Fâş itme aşkın eşkle her dem dilâ yeter
Yeter süründü ortada bu mâcerâ yeter”
(Ey gönül, aşkını gözyaşlarınla ifşa etme yeter. Yeter, bu macera ortada çok süründü yeter!)