Türkiye’de Batılılaşma sürecinde, geleneksel kültür ve sanatın yerine “Batı tipi bir kültür ve sanat”ın yerleştirilmeye çalışıldığı malûm… Bu “kültürel inşa” politikası, “uluslaşma” aşamasında şiddetle sürdürüldü… Temelde “geleneğin reddi”ne dayanan ve “devletin ideolojik aygıtları”yla yürütülen bu “inşa” hareketi, sonuçta geleneksel kültürü ve o kültürün taşıyıcılarını “merkez”den çıkarıp “çevre”ye itti; hatta radikal “darbe”lerle hem halkın hem de aydınların “geleneksel kültür”le olan bağları koparılmaya çalışıldı. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Maarif Vekâleti, Halk Evleri ve çeşitli basın-yayın organları, “yeni kültür”ün oluşumunda önemli rol oynadılar… Ali Fuad Başgil, “Türkçe Meselesi” adlı kitabında, İnönü hükûmetinin üniversite ve okullara genelgeler gönderip komisyonlar ve sansür heyetleri kurdurarak “uydurma dil”i nasıl dayattığını uzun uzun anlatır. Hâsılı “sol”, bugün her ne kadar “kültürel iktidar” kavramına ve devletin kültüre müdahalesine karşı çıksa da, bu aygıtları yıllarca, tepe tepe kullanmıştır…
***
Peki, bu “dayatma”lar karşısında merkezden dışlanan “kültür” ne yaptı?.. Tabii ki yaşamayı sürdürdü; ama içe kapandı, “kamusal alanlar”ın dışında, dış destekli fırtınadan “korunma”ya çalıştı ve ancak 1940’lı yıllarda, meselâ “Büyük Doğu” ile kendini savunan bir “ses”e kavuştu… Şunu da belirteyim, dayatmacı “kültürel inkılâp”lara ve “öz medeniyet”ten kopmaya karşı çıkan bu sesin ana karakteri, başlangıçta “tepki”ydi; henüz bir “inşa” fikri ve imkânı yoktu. N. Fazıl, kurduğu “mağduriyet” diliyle “çevre”yle kolayca bütünleşti ve 1960’larda “çevre”, “Mehmed’im sevinin, başlar yüksekte!/ Ölsek de sevinin, eve dönsek de!/ Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!/ Yarın elbet bizim, elbet bizimdir” vb. mısralarla kültürel alanda sesini daha da yükseltti… Kısakürek’in gür “tepkisel ses”i, kanaatimce Sezai Karakoç’un “Diriliş”iyle “inşa”ya evrildi. O, Üstad’ın işaret ettiği “öz medeniyet”i âdeta bir arkeolog gibi kazarak, “merkez”in örttüğü “öz kültür”ü keşfetmek için büyük çaba gösterdi. Ama işi zordu, çünkü gelenekle bağ kurmak için evvelâ “dilsel” engelleri aşmak zorundaydı. Bu da yetmezdi, çağ değişmiş, yeni söylem ve formlar ortaya çıkmıştı; “geleneksel öz”ün yeni bir form ve söylemle sunulması/ dönüştürülmesi gerekiyordu. Bunu bir ölçüde başardı; ama “çevre”ye yayamadı. Çünkü hem aygıtlardan yoksundu, hem de “çevre” henüz onu anlayabilecek düzeyde değildi. Ardından Pakdil ve arkadaşlarının “Edebiyat” dergisi geldi. Dergi, konumunu “yerli düşünce” kavramıyla belirledi; Kısakürek ve Karakoç’a göre daha “atak”, daha “devrimci” bir söylemi benimsedi… Ancak kullandıkları “devrimci” söylem, “çevre”de pek makes bulmadı. Çünkü merkezin dayattığı dili kullanıyorlardı. Üstelik “yerli düşünce”nin içini doldurmakta zorlanıyorlardı… Hâsılı çevre direniyordu; ama “kültürel diriliş” için yeterli değildi!
***
“Kültürel iktidar” tartışmalarına gelince… Konunun “iktidar”la ilişkilendirilerek tartışılmasına karşıyım. Çünkü devlet aygıtlarıyla yapılacak bir kültürel inşa, popülerleşme; hatta dayatma tehlikesi taşır. Bu ise, çevrenin sivil karakterli “kültürel mücadelesi”nin değerini ve gücünü zayıflatır. Kanaatimce çevre, merkeze ancak “sivil kültür”le dönebilir. Çünkü köklü bir geleneğe sahiptir. Önemli olan kendisiyle kültürü arasındaki engellerin kaldırılması ve sahih bir çabadır. Yoksa devletin aygıtlarıyla, üstelik donanımsız şahsiyetlerle apar-topar “merkez”e taşınmak, bir tahterevallide yer değiştirmekten başka bir anlam taşımaz…
Bence her şeyden önce sorulması gereken şudur: Siyasal anlamda merkeze yerleşen çevre, kültürel anlamda bunu neden başaramıyor ve bu, neye delalet ediyor?..