İnsanın dilinden, kelimelerinden, kavramlarından ve terimlerinden kopması, bunları unutması, evvelâ geçmişinden, dolayısıyla hafızasından, sonra kültüründen, bilgiden, birikimden ve en önemlisi düşünceden kopmasıdır. Sadeleştirme adı altında Türkçeyi budaya budaya, sonunda uydurulmuş kelimelerden oluşan kısır ve yoksul bir dile çevirdik!.. Yeni ve uydurulmuş kelimelerin bir tarihi ve hafızası yok; evet kelimelerin tarihi vardır, bir ata sözü, bir deyim, bir türkü, bir ninni, bir mısraya takılır da, tarih koridorunda kendine bir ‘mana ve irfan hazinesi’ tesis eder… Ne yazık ki bu uydurulmuş kelimeler, okuyana, bir atasözü, bir türkü, bir deyim, bir ninni, bir mısra, bir bilgi hatırlatmıyor!.. Hatırlatmadığı için kültürle, felsefî ve edebî birikimle bağ kurulamıyor. Oysa edebiyat, felsefe, bilim, kelimeler vasıtasıyla, daima bir tür metinler arası ağ içinde inşa olur, edebî ve felsefî metinler, dil vasıtasıyla kendinden önceki hayal, fikir ve bilgi birikimine atıfta bulunarak, kuvvetli bir zincir meydana getirirler. Türkçe, bugünkü hâliyle böyle bir “kültürel zincir” oluşturamaz! Kanaatimce bugünkü edebiyatımızın ve felsefemizin, hatta eğitim ve bilimimizin zayıflığında, bu “kısır, çağrışımsız, tarihsiz, hafızasız dil”in büyük payı var. Terminolojisinden kopan bir millet, nasıl ilim-eğitim yapabilir?.. Deyimlerinden, atasözlerinden, türkülerinden, geleneksel sembolik dilden (mazmunlar, mecazlar, teşbihler, istiareler…) kopan bir millet, nasıl güçlü bir edebiyat vücuda getirebilir?..
***
Her ne ise, bu başka mesele. Bugün size, okurken dikkatimi çeken bazı kelimelerden bahsedeceğim. Türkçenin zenginliği, kelimelerin kökeni, ekleri ve hikâyeleriyle ilgili en hoş yazıları Refik Halid’den okudum. “Türkçenin Tadı ve Âhengi” (İnkılap Kitabevi) adlı kitapta, dilimizin ne kadar zengin olduğunu, ama bu zengin ve coşkun pınarın nasıl kurutulduğunu anlatan nefis yazılar var. Bu yazılardan anlaşılıyor ki, Karay etimolojiye de meraklı. Meselâ bir yazısında İstanbul’daki “Kozyatağı” ve “koz” kelimesi üzerinde durmuş. “Koz” ceviz demek; dolayısıyla eskiden buralar cevizlik imiş, herhâlde ondan Kozyatağı denmiş!.. Hayır! Karay diyor ki bu, ceviz anlamındaki “koz”la değil, “Divan ü Lügati’t-Türk”te “Güneş görmeyen dağ. Güneşin solunda kalır, kar ve soğuk çok olur” şeklinde anlam verilen “Kuz tağı”yla ilgilidir. Dolayısıyla kelimenin aslı “Kuzyatağı”dır ve güneş görmeyen, soğuk ve serin yer, anlamına gelir. Kanaatimce Çanakkale ve Balıkesir il sınırlarında bulunan “Kazdağları”nın aslı da “Kuz tağları”, yani “kazlar”la ilgisi yok, soğuk, serin ve güneş görmeyen dağlar anlamında. “Kuzey” (kuz[g]ay) kelimesinin kökü de “kuz”…
Bir de “obruk” var. Hani zaman zaman basına konu olan, Konya civarındaki derin, tabiî “kuyu”lar!.. Karay, 1942’de yayımladığı “Obrı, Obru, Obruk” (Türkçenin Tadı ve Âhengi, s. 367) başlıklı yazısında, dostu Va-Nu’nun (Vala Nurettin) o günlerde Konya bozkırlarında; “koskoca ve yusyuvarlak, genişliği en az yüz metre, volkan ağzına benzeyen, içi yeşil sular ve balıklarla dolu kuyulara” rastladığını yazıyor. Demek ki, Konya’daki obruklar yeni değil!.. Civardaki köylüler, obruğa “tepesi delik” derlermiş. Kimileri Farsça “âbriz”den – ibrik- geldiğini iddia ediyor. Ancak “Tarama Sözlüğü”nde “obruk” var, hem de “kuyu, çukur, mağara, içi boş” anlamında. “Obrı” ve “obru” ise kuyu demek. Ayrıca öz Türkçede, heyelan anlamında “obrulama” diye bir fiil, jeolojide ise “yer yarılıp bir kısmı batmak” anlamında “obrulma” terimi var. Karay, “çukur, kuyu, mağara gibi bir mideye işaret” etmesi bakımından “obur” kelimesiyle “obruk, obru” arasında da bir bağ kuruyor…
Gördünüz mü, kelimeler bizi nerelere götürdü?...