Oysa değişmeyen hiçbir şey kalmadı.” der, “Değişen Dünyada Bir Sanatçı”nın (YKY, 2018) başlarında yaşlı ressam Ono. Kazuo Ishiguro, tam da bu cümleye uygun olarak Japonya’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan büyük değişimi anlatıyor eserinde.
Bir devrin kapanışı, yeni bir devrin açılışı. Romanın kahramanı Ono, bu iki devrin ortasında, eviyle şehir arasındaki “Tereddüt Köprüsü”nde, yüzünü bazen geçmişe bazen de hâle dönerek, Japonya’nın savaş öncesi ve sonrasındaki hâlini anlatır bize. Anılar, dağınık biçimde peş peşe uçuşur; anlatıcının zihni geçmişle şimdiki zaman arasında gider gelir.
Romanda zamanı savaş öncesi ve savaş sonrası diye ikiye ayırmak mümkün. Ono’nun çocukluk günleri, resim yapmasını istemeyen babası, 1913 gençlik yılları, cılız bir lâmba ışığının altında yapılan ilk resimler, resim atölyelerindeki çalışmalar, Japonya’daki resim sanatı; usta-çırak ilişkileri, eski-yeni çatışmaları… Bunlar, savaş öncesine ait görüntülerden bazıları; daha çok Ono’nun sanat hayatını ve Japonya’daki resim geleneğini yansıtıyor. Bu bölümde dikkati çeken şey şu: Hayatta olduğu gibi sanatta da değişimin önüne geçilemiyor; her yeni, bir şekilde ustasıyla çatışıyor, tıpkı Ono ve diğerleri gibi. Dolayısıyla sanatta sadakate yer yok!
Romanın geçmişe dönüldüğü bölümlerinde Ono, daha çok savaşın hemen öncesindeki siyasi ve sosyal ortamı tasvir eder. Zevkler Mahallesi adıyla bilinen eski semt ve özellikle ressamların toplandığı bir mekân olan Migi-Hidari, eserde devrin siyasî atmosferini yansıtır. Savaş öncesindeki gergin günlerde belli ki vatanseverlik duygusu revaçtadır. Migi-Hidari’nin cephesine asılmış dev bayrak ve “Bayrağın zemininde askerî düzen içinde yürüyen postalların resmi” (s. 55), balkondan sarkan “vatanseverce duyguların ifşa edildiği flama ve sloganlar” (s. 63) bunun işaretleri. Zaten Ono da bu mekânın “Japonya’da kurulmakta olan yeni vatansever ruhun göklere çıkarıldığı bir yer” (s. 54) olmasını istemiş, vatanseverlerin yanında yer almıştır.
Ya savaştan sonra!.. Bu dönemde göze ilk çarpanlar, savaştan artakalan yıkım, dikilen dev binalar, yeni şirketler ve şehrin kenarlarında oluşan gecekondu mahalleleri… Geleneksel ahşap evlerin yerini apartman daireleri alıyor artık. Ama daha önemlisi zihniyet değişimi; kültürel kopuş ve hatta kuşaklararası çatışma. Değişim, çok bariz biçimde Ono’nun damatları Suiçi ve Taro, kızları Setsuko, Noriko ve torunu İçiro’da gösteriyor kendini. En başta savaş öncesindeki vatansever aydınlar, bu kuşak tarafından savaş kışkırtıcılığı yapmakla suçlanıyor ve yıkımdan sorumlu tutuluyorlar. Bundan Ono da nasibini alıyor; hatta bu durum kızı Noriko’nun evliliğini etkiliyor.
Ama en önemlisi Amerikan kültürünün toplumda yayılmaya başlaması. Torun İçiro’nun Japon ulusal kahramanı Miyamoto Musaşi yerine kovboylara ve İngilizce konuşmaya özenmesi, babası Suiçi’nin de oğlunun “Miyamoto Musaşi gibi insanları örnek almasındansa kovboyları sevmesinin daha iyi olduğuna inan[ması]” (s. 32) bu kültürel değişimi yansıtıyor. Dede Ono’nun “Torunum kovboy olmuş.” (s. 32) cümlesi her şeyi özetliyor aslında.
Peki, bu değişim karşısında Ono nerede duruyor? Elbette hüzünleniyor, geçmişi özlemle arıyor, yeni kuşağı kültürel kopuş ve Amerika’ya hayranlık bakımından eleştiriyor da. Ama çatışmacı değil; çatışan yeni kuşak. Ishiguro, Japonya’nın savaş sonrasında “daha doğru bir yola girme fırsatı” (s. 162) bulduğuna inanıyor belli ki.
Sakin dili, rahat akışı, değişimde gelenekten ya da moderniteden yana tavır koymaması romanın olumlu yönleri. Ama yazarın, Japonya’nın dramını derinlemesine anlatabildiğini söyleyemem! Bunda beş yaşından beri İngiltere’de yaşamasının rolü olduğunu düşünüyorum.