Kurgu tekniği itibarıyla bir romandan çok roman kahramanının okurla yaptığı felsefî ve psikolojik bir söyleşi gibidir Luigi Pirandello’nun “Biri, Hiçbiri, Binlercesi” (Aylak Adam Kültür Sanat Yay., 2018) adlı eseri. Bu yönüyle Camus’nün “Düşüş”üne benziyor.
Gerçek, kesin midir veya bakışa, algıya, zamana ve mekâna göre değişen bir şey midir? İnsan, gerçeği, kendisini ya da başkasını kesin olarak tanıyabilir, tanımlayabilir mi? Herkes, gerçeği aynı şekilde mi algılar? İşte bu sorulara cevap arıyor; kesin, tek bir gerçekten söz edilip edilemeyeceğini, hatta daha da ileri giderek gerçeğin var olup olmadığını tartışıyor Pirandello bu eserinde.
Romanda her şey, karısı Dida’nın Vitangelo Moscarda’ya burnunun yamuk olduğunu söylemesiyle başlar. Hiç beklemediği anda, kendisiyle ilgili fark etmediği bir gerçeğe muhatap olması, kahramanımızı alt üst eder. Genç adamın kendine ait kanaati; kendi gerçekliği âniden sarsılmış, kendinden, tanıdığını sandığı ben’den şüpheye düşmüş, gerçek, ayağının altından kayıvermiştir. Bundan sonra şüphe büyür ve sorular peş peşe gelir. Önce kendinde başkalarının gördüğü ‘yabancı bir ben’ olduğunu keşfeder, ardından onu görüp tanımak ister. Ama bu mümkün değildir. Çünkü o “yalnızca başkalarının görüp tanıyabileceği (…) bir yabancı[dır]” (s. 23), hiç kimse kendini başkalarının gördüğü gibi göremez! O hâlde başta şunu kabul etmek gerekiyor: Başkalarının ben’de gördüğü ile ben’in kendinde gördüğü farklıdır. Benim nazarımdaki ben’imle senin nazarındaki ben aynı değil, senin nazarındaki ben’inle benim nazarımdaki sen de aynı değilsin! Hatta ben’in içinde de birçok ben var. Öyleyse tek bir ben/ gerçek yoktur. Moscarda’nın ilk keşfettiği bu: Biri olduğunu sanırken, binlerce olduğunu fark etmesi!..
Labirentte ilerlemeye devam ediyor kahramanımız. Birçok ben arasında gerçek ben’ini kaybetmiştir. Ama aramayı ve akıl yürütmeyi sürdürür. Neden tek bir ben/ gerçek yoktur, diye sorar. Çünkü der sonra, insanın idraki, zamana, mekâna, ruhsal durumlarına ve bakış yöntemlerine göre değişir, “…ne ben kendimi sizin bana verdiğiniz biçimde, ne de siz kendinizi benim size verdiğim biçimde tanıyabilirsiniz; hiçbir şey herkes için aynı olamaz; her şey, her birimiz için sürekli (…) değişmektedir” (s.68) İşte bu ve benzeri satırlar bizi, romanın asıl kaynağı olan “kesin doğruların varlığını reddeden ya da doğruların kesin birer tanımının olup olamayacağını tartışmaya sunan” rölativizm felsefesine götürüyor.
Eserde işlenen bir başka sorun ise, Moscarda’nın kendi arzusu dışında farklı biçimlerde kurgulanması ve bu ‘yabancı ben’lerin ona dayatılması. İlk kurgu, onu zihninde ‘Genge’ olarak inşâ eden karısı Dida’ya ait (Pirandello da eşi tarafından başka biri olarak kurgulanmıştır). İkinci kurgu, toplumun atfettiği ‘tefeci’ kimliği. Başkalarınca üretilen bu iki gerçeklik de Moscarda’ya ait değildir ve görecelidir. Bir tür psikolojik rölativizm! Genç adam, kendisine dayatılan bu iki gerçekliğe şiddetle karşı çıkar. Kemikleşmiş bir gerçeklik algısına sahip olanlarca ‘deli’ nitelemesine maruz kalmakla beraber, sonunda bu gerçekliklerin de göreceli olduğunu kanıtlar.
Özetle, önce biriyken sonra binlercesi’ne (rölativizm), ardından da “hiçbir şeyin kendisi için gerçek olmadığı bir dünyada, hiçbir şey gerçek olamazdı” (s. 237) diyerek hiçbiri’ne (W. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi) ulaşan -belki de ulaşamayan- ve neticede “Ben birisiyim ama kim?” (s. 190) noktasına gelen, felsefî ve psikolojik çözümlemelerle gerçekliği enine boyuna sorgulayan Moscarda’nın öyküsüdür “Biri, Hiçbiri, Binlercesi”.
Roman boyunca aklıma takıldı! Acaba dedim kendi kendime, Moscarda “Beni bende demen bende değilim” diyen Yunus’un uzak akrabası olabilir mi?..