Kış geldi mi? Güya geldi, ama kar, yağmur yok!
Bu hafta Cesare Pavese’in “Hapishane”sini okumuştum, dişe dokunur bir şey bulamadım, arşivimde gezindim, eski kışlara dair yazılara takıldım. Severim eski gazeteler arasında dolaşmayı. Evvelâ Cemal Yener’in “Tarih Boyunca İstanbul’un Kışları”nı okudum. Yener, İstanbul’da kayda geçen şiddetli kışın önce M. 259’da sonra 755’te olduğunu yazmış.
Karadeniz, Boğaz, Üsküdar’la Galata arası donmuş, uçamayan kuşlar elle tutulmuş. Bizans devrinde 763’te bir şiddetli kış daha vuku bulmuş. Kayıtlara göre Boğaz’da buzun kalınlığı 13 metre olmuş.
Reşat Ekrem Koçu ise “Kara Kış” başlıklı yazısında İstanbul’da en şiddetli kışın 1621 yılının İkincikânun’unun 24’ünde olduğunu, şehre tam 15 gün durmadan kar yağdığını naklediyor. Soğuk o kadar şiddetliymiş ki Haliç, Boğaziçi baştan başa donmuş. Galata’dan İstanbul’a, Hasbahçe’den Kireçkapısı’na insanlar yaya olarak buz üstünde geçmiş. Şehirde fiyatlar müthiş artmış. O kışa şairler tarih de düşürmüşler. Biri de Haşimi Çelebi. Şöyle söylemiş:
“Stambulla Üsküdar arası dondu kış katı oldu
Geçer her canibe âdem yürür havf etmeyip buzda
Dedim ey Haşimi tarihin ânın lafzen ve manen
Yol oldu Üsküdar’a Akdeniz dondu bin otuzda”
Hicri 1030, miladi 1621’e denk geliyor.
Şair Nedim’in İbrahim Paşa’ya sunduğu “Şitaiyyesi”nde de İstanbul’un şiddetli kışı şöyle tasvir edilmiş:
“Donar soğuktan efendi semender ateşte
Bir iki gün dahi böyle eserse sarsar”
Amelya’nın mı, Peruz’un mu, Şamram’ın mı, hangi kantocununsa kara kış için söylenen şu kantosu var:
“Kar yağar patır kütür
Bizim köyün damına
Kurban olsun o kızlar
Tozluğumla fesime!”
Kafiye pek uymamış ama idare eder diyelim…
Yazılar arasında gezmeye devam… Diğeri Halûk Y. Şehsuvaroğlu’nun “Eski Kışlara Dair” başlıklı yazısı. Bu yazıda da belirtildiği üzere eskiden evler mangallar veya tandırlarla ısıtılırmış. Bakır, pirinç veya gümüş mangallar, konakların, köşklerin, sarayların külhanlarından ateşle doldurulup salonlara getirilir, konaklarda bu işle görevli ağalar olurmuş. Eskiden evlerin harem dairelerine de masalar ters çevrilir içine mangallar yerleştirilir, masaların ayaklarına örtüler asılırmış, hanımlar da mangalın etrafında örtüleri dizlerine örtüp sohbet ederlermiş. Bunlar da tandır başı sohbetleri oluyor. Mangal deyince A. Cemal Saraçoğlu, “Eski İstanbul’dan Hatıralar”ında şu tekerlemeyi yazmış. Hoşuma gitti:
“Mangal kenarı kış gününün lâlezarıdır
Yorgan derûnu cümlemizin alkazarıdır”
Ya şimdi! Sezai Karakoç’un dediği gibi:
“Odanın tam ortasından kalorifer
Yiğit borularıyla geçer
Utanmış ve gerekli geçer
Yukarıda ısıtır aşağıda yakar
Şanlı paçavralara sarın
Yarının kahramanını
Neşeli vakitlere doğru kalorifer
Odadan yiğit borularıyla geçer.”
Tandır başı sohbetleri demiştim ya! Ah bu kadınnineler neler bilmezler! Mevsimlerin değişmesine, yağmurlara, fırtınalara, kara kış günlerine, hasılı hava durumuna bir rasathane gibi bihakkın vakıftırlar. Vakti gelir gelmez, kara yel’i, erbain’i bilirler, erbain ayında “ayı bile ininden çıkmaz, acıkıp susayınca tabanlarını yalarmış” derler. O geçer hamsîn’in çıkmasına on gün kaldı derler. Arkasından berdelacuz’un gününü saatini şıp diye bilirler. Rumi yıl Şubat’ın 7’sinden itibaren sırasıyla havaya, suya, toprağa cemreler düşer…
Şehsuvaroğlu’nun yazdığına göre İstanbul’a ilk soba 19. asrın ikinci yarısında gelmiş, satıcı Fransuva adlı bir yabancı. İkinci Abdülhamit, ondan soba alıp Dolmabahçe Sarayının bir dairesine kurdurmuş.
Refik Halid’in “Eski Kışlar”da Ev Hizmeti” başlıklı yazısında da şunu okudum. Çocukken kış günlerinde kalburdan tuzak kurup ekmek kırıntılarına üşüşen serçeleri yakaladıklarını sonra da insafa gelip “azat buzat, bizi cennet kapısında gözet” deyip salıverdiklerini yazıyor. Çocuk masumiyeti, inancın kalplerde yarattığı merhamet. Ne güzel!