Bende eski İstanbul’a merak, Ercümend Ekrem Talu’ya dair yaptığım araştırmalar sırasında başladı. Sonra Ahmet Rasim, Reşat Ekrem Koçu, Sermet Muhtar Alus, Refii Cevat Ulunay, Refik Halit Karay, Burhan Felek… Onların İstanbul’a dair yazdıklarını hayranlıkla okudum.
Belki çoğunun dikkatini çekmemiştir ama Ece Ayhan da eski İstanbul’a ilgi duymuştur; günlük hayattaki garip vakalara, azınlıklara özellikle. Onu okurken “Kınar Hanımın (Sıvacıyan) Denizleri”ne daldım, kantocuları, Peruz’u, Kel Hasan’ı, Denizkızı Eftelya’yı, Neyyire Neyyir’i, Muhlis Sabahattin’i tanıdım. “Kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?” der “Bir El İşi Tanrısı İçin Ağıt” şiirinde, “Ölü Bütün” adlı şiirinde de anar Peruz’u.
Kantoya, kantoculara merakım da buralardan gelir. Yıllardır ne bulsam okurum. Hatta Osmanlı arşivinden belgeler de almıştım. Kimi belgelerde bazı kantolar adaba mugayir görülüyordu.
İtalyancadan dilimize geçmiş bir kelime kanto (canto). Latince aslı cantus. Batı dillerindeki chants da aynı kökten geliyor. Nağme, şarkı demek. Osmanlı’ya Batılılaşma sürecinde, 19. yüzyılda girmiş bir müzik türü. Genelde Galata, Direklerarası ve Kadıköy’deki tulûat kumpanyalarında, Bağlarbaşı, Kuşdili ve Mama gibi yazlık tiyatrolarda, Şehzadebaşı sahnelerinde komedilerin sonunda icra edilirmiş. Sözleri yer yer hafifmeşrep bir eda da taşır, genelde çapkın, hovarda zümreye hitap eder, teatral bir yönü de var. Sermet Muhtar’ın anlattığına göre kantocular, sahneye omuz titrete titrete, gerdan kırarak, eğilip eğilip arkaya saç dökerek, birden dönüp çark çevirerek ve seyirciye buseler göndererek girerlermiş ve genelde etli butlu, iri kıyım olurlarmış.
Kantocular başlangıçta hep gayr-i müslim kadınlardır. Çünkü Müslüman bir kadının sahneye çıkması yasaktı. Dönemin başlıca kantocuları, Peruz, Nemzur, Şamram, Büyük Virjin, Minyon/ Küçük Virjin, Küçük Eleni, Amelya, Eftelya idi… Bu arada belirteyim, Amelya, komedyen Naşit Özcan’ın eşi, sinema sanatçımız Adile Naşit’in de annesidir. Küçük Virjin ise Adile Naşit’in anneannesi oluyor.
Kaynakların hemen hepsi, dönemin en iyi kantocusunun Peruz olduğu konusunda hemfikirdir. 1866’da kimilerine göre İstanbul’da kimilerine göre de Sivas’ta doğmuş. Sermet Muhtar; “Peruz bu saydıklarımdan hepsinin kadınnesiydi. (…) Çatıkça kaşları, baygın gözleri, beyaz teni, balık eti vücuduyla tazeliğinde ortalığı yakıp kavurmuş[tu].” der. Hayranları, âşıkları çok, bayılan bayılana… Çıktığı zaman sahne çiçek pazarına dönermiş, mektuplar, sandalyeler havada uçar, tabancalar sıkılırmış. Meftunları arasında kimler yok ki, belalı Bıçakçı Petri, meşhur viyolonist Toni, Muzika-ı Humayûn’dan Haydar Bey -onun için Pembe Kız operetini bestelemiş-, terlikçi esnafından aktör Büyük İsmail. Büyük İsmail Peruz’a o kadar tutulmuş ki ona sahnede giymesi için ipek pabuçlar diker, eliyle giydirir, bir de bu terliklerle lıkır lıkır su içermiş. Ama Peruz kimseye yâr olmamış, Telgrafçı Şevki Bey’i sevmiş. Lakin Şevki Bey gitmiş Peruz’un kuzeni kantocu Şamram ile nişanlanmış!..
Anlatılanlara göre sahneye en son çıkar, saz takımı parçayı 8-10 kez çalmasına rağmen görünmez, nihayet bir naz ve eda ile buyurur, bir bahaneyle çalgıcıları azarlar, sonra “Kalb-i viranım yanıyor” diyerek okumaya başlarmış.
En ünlü kantosu;
Nice feryad etmeyeyim zalim aşk senden
Yandım aman yandım muhrik sevdadan
Âteş-i hicrinle yaktın ben gibi biçareyi
Bir tebessümle begam et bu dil-i viraneyi”
diye başlayandır.
Gençliğinde etrafına avuç avuç altın serpen, tiyatroya taht-ı revanla gelen Peruz, sahneye son olarak 1912’de Garden Bar’da çıkmış, Musahipzade Celal’in anlattığına göre Pangaltı’da bir hamam külhanında sefalet içinde ölmüştür, Surp Agop Ermeni Mezarlığında gömülüdür.
Kantocu Peruz sahiden yaşadı mı patron?..