Jack London’un bizde “Vahşetin Çağrısı” olarak bilinen, ama İz Yayınlarınca “Yabanın Çağrısı” olarak çevrilen romanını okurken aklıma Zygmunt Bauman’ın “Bahçıvanlara Dönüşen Avlak Bekçileri” (Yasa Koyucular İle Yorumcular, çev. Kemal Atakay, Metis Yay., 2017) başlıklı yazısı geldi. Bauman o yazısında kültürü “vahşi kültürler” ve “bahçe kültürleri” şeklinde ikiye ayırır ve vahşi kültürü hiçbir tasarım, denetim, gözetim ya da özel beslenme olmaksızın büyüyen, üreyen ve yaşayan bir organizma olarak tanımlar.
Buna karşılık bahçe kültürü, doğanın düzene sokulmasını, gözetim ve denetim altına alınmasını gerektirir. Bunun için bir bahçıvan -efendi- gereklidir, orada yaban hayatın yasaları geçerli olamaz, ihmal ve dalgınlığa yer yoktur, otorite, terbiye ve disiplin hüküm sürer. İşte bu noktada yabanî ile bahçıvan ister istemez çatışır. Bu arada bahçıvanı süper egoya, yaban id’e benzior. İd, bizi içimizdeki cevhere; ‘yabanî tabiat’ımıza çekerken, süper ego sanki bir bahçıvan/ efendi rolü oynuyor, onu bastırıyor, denetliyor!..
Bunların “Yabanın Çağrısı” ile ne ilgisi var diyeceksiniz. Var bence. Bana göre London, romanın başkahramanı Buck adlı köpek aracılığıyla sadece hayvanları, onların iç güdülerini, doğalarını, kolektif çalışma biçimlerini ve rekabetlerini değil, daha çok insan doğasını, ondaki yabanî kökleri, medeniyetle yabanilik arasında yaşadığı gelgitleri, medeniyetin otoriter, denetime, gözetime ve terbiyeye dayalı yasalarını gözler önüne seriyor.
Ehlileştirilmiş Buck, Hakim Miler’in malikanesinde keyfince yaşarken, yani bahçe kültürü içinde üst sınıfa özgü bir hayat sürdürürken, kaçırılıp Kanada’ya götürülür. Bundan sonra hep yol… “Yabanın Çağrısı” yol metaforu üzerine kurulmuştur. Buck, uzun ve zor yolculuklar yapar. Bu süreçte zulmü, otoriteyi, acımasız rekabeti, iktidar çatışmasını, sevgiyi, sadakati tecrübe eder. Eserde yol hayattır; değişim, gelişim, tecrübe ve terbiye süreci… “Yabanın Çağrısı” bu bakımdan bildungsroman’ı andırıyor.
Başta söyledim, bahçe kültürünün denetleyen, gözetleyen, tasarlayan otoriter bir yönü var. Güce dayalı bir sistem. London, romanın başlarında, kaçırıldıktan sonra, Buck’u bu sistemle karşılaştırır. Örneğin sistemin eli sopalı ve baltalı otoriter bahçıvanı -Buck’un zihninde derin izler bırakır- onu döverek terbiye eden ve düzene tâbi kılan “kırmızı kazaklı adam”dır (s. 15). Buck, sopayı yedikten sonra “Eli sopalı bir adama karşı çaresiz olduğunu anla[r]…” (s. 17). Romanda bu hâl, ironik bir biçimde “Bir aydınlanmaydı o sopa” (s. 17) sözüyle açıklanıyor. Gülünç ama acı! London, yer yer medeniyetin ‘vahşi’ yüzünü eleştiriyor.
Buck, bundan sonra boyun eğmeyi, hayatta kalabilmek için sürekli tetikte ve güçlü olmayı, gerektiğinde çalmayı öğrenir. Onurludur. Ama başka köpekler, bu sopalı adama yaltaklanır, kuyruk sallar, ellerini yalarlar (s. 18). Yazar, böylece toplumsal hayatın vahşi yüzünü, çarpıklığını yansıtır. Bu sistemde köpeklerden istenen tek şey, sürekli çalışmalarıdır. Böylece insan, sürekli çalış[tırıl]an ve bundan haz alan bir köleye dönüştürülür. Çalışmak, üstelik koşumlarla en önde olmak onlara garip bir gurur verir.
Sonra iktidar kavgası. London, Buck’la Spitz adlı köpek aracılığıyla insandaki iktidar tutkusuna vurgu yapar. Köpekler, güçlü ve işe yarar oldukları sürece yaşamayı hak eder, aksi hâlde ölürler. Medeniyetin bu yüzü, Buck’u acımasız yapar.
Bu acımasız ortamda her şey güçten, çatışmadan, işten, üretmeden mi ibarettir? Hayır. London, Buck’la John Thornton arasındaki sevgiye vurgu yaparak, sadakate, dostluğa, vefaya bir yer açıyor hayatta. Sevginin kudretini de görüyoruz.
Ve sonunda şunu düşündüm: İnsanın doğasında yabanilik, iptidailik mi var? Bir ses onu köklerine mi çağırıyor?..