İslâm, doğduktan sonra yayıldığı coğrafyada zengin ve güçlü bir sanat oluşturdu. Bu sanatın esas itibariyle Kuran’a tâbi ve temelinde ‘ihsan’ kavramı olan bir poetikası vardır. İslâm estetiğine göre; ‘Allah güzeldir ve güzel olanı sever’!..
Bu poetika, İslâm’a uygun bir ‘Hakikat’ ve ‘Güzellik’ anlayışını içerir ve bundan dolayı modern/seküler anlayıştan ayrılır. En önemlisi İslâm sanatı, dine alternatif, mugayir ya da muhalif değildir. Aksine İslâm sanatlarının kaynağı ve ana amacı, Necip Fazıl’ın “Poetika”sında belirttiği gibi ‘Mutlak Hakikat’tir. Şair, bunu; ‘Anladım işi, sanat, Allah’ı aramakmış!’ dizesiyle ifade eder. Nitekim Mevlanâ da ‘Bağ, gül, bülbül, sevgili, semâ/Hepsi bahânedir maksûd ancak O’dur’ diyor. Yunus dahi ‘Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitap’tan’ derken, İslâm sanatının asıl kaynağına işaret etmekte. O hâlde şurası açık: İslâm estetiğinin asıl gayesi, sanat eserleri aracılığıyla Mutlak Hakikat’i ve Cemâl’i vecdle kavramak, tefekkür, tezekkür ve temâşâ etmektir. Gaye budur!..
***
Şimdi bu ilahî gayeye rağmen, kim ‘öz musıkîmizin pîri’ Itrî’nin ‘saltanatlı Tekbîr’i ve salât-ı ümmiyesinin dine mugâyir olduğunu iddia edebilir? Allah’ı güzel bir ses ve makâm ile bir edep dairesinde zikretmek, dine niçin mugâyir olsun? Şeyhülislâm Yahya’nın deyişiyle; ‘Cihânda nâydan hiç kimse incinmiş midir Yahya?’
İslâm sanatları insanı Hakikat’e, metafiziğe iletir demiştik. Yahya Kemal “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda tam da bu ruh hâlini anlatır. O kubbe altında insan, ‘Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibi’ olur. Cami, uhrevî âleme açılan bir kapıdır ve ruh orduları bu kapıdan ezelî rahmete geçer. O hâlde insanı Mutlak Hakikat’e ve Mutlak Cemal’e götüren İslâm sanatlarına -musıkî, şiir, mimarî, tezhib, hat vb.- karşı çıkmak, bu sanatları küçümsemek niçin?..
***
Elbette sadece sanatın değil, ilmin de amacı Mutlak Hakikat. Ancak ikisi arasında metot farkı var. Sanatkâr, Mutlak Hakikat’e derunî bir ‘hâl’ ile, sezerek, Cemil Meriç’in deyişiyle gönül diliyle ulaşır, ilim ise birtakım hesaplar, deneyler ve akıl yoluyla… Kısaca sanat, batınîdir ve metot itibariyle aklî olmaktan çok kalbî bir etkinliktir. İşte bundan dolayı sanatın doğası, sadece fıkhî ve kelâmî bir dille açıklanamaz. S. Hüseyin Nasr’ın şu sözlerine kulak verelim: ‘Gazalî gibi bir kelâmcı güzellik üzerine yazmış olabilir. Bahaeddin El-Âmilî gibi fıkıh konusunda otorite olanlar, güzel bahçeler oluşturmuşlardır, fakat kelâm ya da fıkıh üzerindeki tezler, İslâm sanatı ve estetik sorunlarını aydınlatamazlar.’
Şimdi, belli ki sanatı sadece fıkhî kavramlarla açıklamaya çalışan bir ‘dinî bakış’ var. Ama böyle Kadızadevî bakışlar, İslâm’ın sanat/estetik boyutunu fakirleştirir; Müslümanları güzellik ve estetikten uzaklaştırıp, somut bir dünyaya, zâhir’e hapseder, insanın bâtın’la, mâverâ ile olan bağını zayıflatır…
***
Ayrıcaa! Bir medeniyet yalnızca bilim ve teknoloji ile yükselmez, hele İslâm gibi, maddî faydayı asıl ve tek gaye görmeyen bir dinin estetik yönü hiç ihmale gelmez. Buna vâkıf olan ecdat, fethettiği coğrafyayı İslâm sanatlarıyla donatarak güçlü, zengin bir estetik medeniyet kurmuştu. Dolayısıyla İslâm, aynı zamanda bir estetik/güzellik medeniyetidir. Bu coğrafyadan, o muhteşem sanat eserlerini –Sinan’ın camilerini, Itrî’nin musıkîsini, Yunus ilâhilerini, Mevlid’i, Mesnevî’yi, Leylâ vü Mecnûn’u vs.- çıkarırsanız, İslâm medeniyeti eksik kalır, can damarlarından birini kaybeder…
Belli ki bu konuya devam etmek gerekiyor. Anlamak istemeyenler çıkacaktır. Olsun!..
‘Çok insan anlıyamaz eski musikimizden
Ve ondan anlamıyan bir şey anlamaz bizden.’