‘İslâmcı’ sanatkârların iktidarla imtihanı!

Alaattin Karaca

Devletle –ya da iktidarla- sanatsal/ fikrî etkinlik, doğaları gereği birbirine zıttır. Çünkü devletin amacı, her durumda varlığını sürdürmektir. Gücünü zayıflatacağı endişesiyle farklılıklara sıcak bakmaz; dolayısıyla “yüreklerin toplu vurması”nı ister. Nitekim Mehmet Âkif’in “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” mısraları, devletin bu özelliğine vurgu yapar. Bu sebeple devlet, şahsîlikten çok “anonim” ve “homojen”liği yeğler; duygu ve düşüncelerin benzeşmesinden yanadır. Bunu da Louıs Althusser’in deyişiyle “ideolojik aygıtları”yla yapmaya çalışır. Devletin bir başka özelliği, “icbarî” olması; insanları, yasalar, yönetmelikler ve kolluk kuvvetleri aracılığıyla ortak kurallara uymaya zorlamasıdır. Oysa sanatkâr, her şeyden önce şahsî dili ve üslûbuyla var olur. Çünkü sanat, sübjektiftir; sanatkâr hayata “özge temaşa” ile ve “kendinden” bakar. Devlet ise vatandaşlarının yüzünün sürekli kendisine dönük olmasını; hatta kendi kanatlarının altına “iltica” etmelerini bekler. Lâkin Adorno’nun da dediği üzere “Bütün mülteci aydınlar sakat kalmış insanlardır…” (Minima Moralia, s. 34) Çünkü bir “koro”ya dahildirler, şahsî değil anonim bir dil kullanırlar… Bu ise başta söylediğimiz gibi vicdanî ve sivil bir etkinlik olan sanatın doğasına aykırıdır.

Hasılı, saydığımız bu farklar sebebiyle, tarih boyunca devlet/ iktidar ile sanat arasında daima bir çatışma olagelmiş; devlet/ iktidar, doğası gereği sanatı kendine tâbi kılmak, hatta varlığını sürdürebilmek, gücünü pekiştirmek ve yaymak için kullanmak istemiş; buna karşılık gerçek sanatkâr da –doğası gereği- şahsiyetini, kendi dilini ve özerkliğini korumak için direnmiştir.

***

Sanatsal etkinliğin doğasıyla devletin karakteri arasındaki bu temel farkı ve çatışmayı, Nahit Sırrı Örik, “Şair Necmi Efendi’nin Bahar Kasidesi” adlı öyküsünde çok iyi anlatır. Öyküde Şair Necmi Efendi, tüm fakirliğine, muhtaçlığına ve eşi Gülfam Hanımın ısrarlarına rağmen, caize almak için yeni tayin olunan sadrazama kaside (cülusnâme) yazmaz/ yazamaz da, açlıktan ölmek pahasına tabiatın sesine uyup “bahara kaside” yazar!.. Necmi Efendi, devletin beklentisi ve öyküde icbar edici kolluk görevini temsil eden Gülfam Hanımın buyruğunun aksine, sanatın/ şiirin doğasına, vicdanının sesine tâbi olmuş sivil bir şairdir.

Sanatın doğasıyla devletin/ iktidarın işleyişi arasındaki bu büyük farka ve çatışmaya; geçmişte devlet ve iktidarlar tarafından dışlanmalarına, anonimleştirmeye maruz kalmalarına; üstelik Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi her türlü baskıya karşı iktidarla çatışan “sivil” bir sanat geleneğinden gelmelerine rağmen, günümüzde bazı “İslâmcı” sanatkârların var güçleriyle devlet ve iktidarın “koruyucu kanatları” altında sanatsal etkinlikler yapması, kanaatimce oldukça risklidir!.. Çünkü bu ilişki, her şeyden önce sanatın doğasına aykırı. İşte bu sebeple “İslâmcı” sanat özerkliğini, sivil karakterini, vicdanını; dolayısıyla inandırıcılığını ve etkisini yitiriyor, anonimleşiyor; hatta kanonik bir baskı unsuruna dönüşüyor… Bunun en çarpıcı sonuçlarından biri de, edebiyat dünyasında “eleştiri”nin yerini “güzelleme”lerin alması ve garip bir “dayanışma ruhu”nun zuhur etmesi…

Oysa Adorno’nu dediği gibi; “Kudret sahiplerine yanaşmaktan ve onlardan ‘bir şeyler beklemekten’ özellikle kaçınmak gerekir. Muhtemel avantajlara dikilmiş göz, bütün insan ilişkilerinin –bana göre sanatın ve fikrin de AK- ölümcül düşmanıdır.” (Minima Moralia, s. 34)

Hasılı günümüzde “İslâmcı edebiyat”ın en büyük risklerinden biri, iktidarla kurduğu bu ‘ölümcül’ ilişki biçimidir…

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (16)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.