İnsanın asıl yalın/ çıplak gerçeği ontiktir… Evet, eninde ve sonunda “çıplak” bir varlıktır insan. Tıpkı Karacaoğlan’ın “Üryan geldim yine üryan giderim” dediği gibi. Bu çıplak varlık, -inansın ya da inanmasın- başlangıçta ve sonda; ezelde ve ebette ve bu ezel-ebet arasındaki dünya hayatında, daima ontik sorunlarla karşı karşıyadır. Bir kere yaratılışının ve ölümünün “özne”si onun için başlıca sorundur. Bu konuda güçsüzdür, iradesizdir ve doğum ile ölüm konusundaki çaresizlik, ona büyük ıstırap vermektedir. Fanilik, aslında büyük bir acı. “Âb-ı hayat”, bu ıstırabın ilacı olarak yıllarca aranan ölümsüzlük iksiri değil mi? Kendi istemi dışında dünyaya gelen insan, yaşamı boyunca ontik kökenini arar durur, üstelik dünyada kaldığı sürece, ontik kökenini unutturacak, dolayısıyla kendine yabancılaştıracak birçok “heva vü heves”le kuşatılmıştır. Ayrıca birçok ontik sorusu vardır ve çoğu soruya “akl”ıyla cevap bulamama gibi bir eksiklikle maluldür. İşte insanın asıl dramı bu! Bir yanda dünya, diğer yanda ontik hakikat!.. İnsan, yaşamı boyunca bu iki gerçek arasında gidip gelir… Sanatın asıl amacı bu ontik sorunları; insanın ıstıraplarını; meselâ evrendeki yalnızlığını, faniliğini, iradesinin ve gücünün sınırlarını ya da sonsuzluk özlemlerini dile getirmek ve böylece ona kendisinin ne olduğunu hatırlatmaktır. Kadim edebiyatımız –elbette ki kendine özgü dil, üslup ve mazmunlarla- temelde bu sorunlar etrafında döner. Mevlana’nın “ney” metaforu ile anlatmak istediği, insanın bezm-i elestten (öz vatan) ayrılıp dünyaya (gurbet) düşmesi ve bu ayrılıkla ontik bir çığlık atmasından başka nedir ki!.. “Dinle neyden kim hikâyet etmede/ Ayrılıklardan şikâyet etmede”… Yunus dahi “Dolap niçin inilersin/ Derdim vardır inilerim” derken, benzer bir “ontik derd”i dile getiriyordu. Karacaoğlan’ın;
“Hakk’ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni”
mısraları da bir bakıma Mevlana ve Yunus’un ontik çığlığının Halk şiirindeki aksisedasıdır… Aynı şiirdeki;
“Karacaoğlan der ki yaktın yandırdın
Ecel şarabını verdin kandırdın
Emreyledin Azrail’i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni”
mısraları ise ölümlü/ fani insanın ontik ıstırabı olarak okunmalıdır. Bu bağlamda Feridüdin Attar “Mantıku’t-Tayr”da, Şeyh Galip “Hüsn ü Aşk”ta dönemlerine özgü sembollerle insanın ontik kökenini arayışını ve kendini bilme/ bulma hikâyesini anlattılar… Peki Kafka’nın “Değişim”inde, Albert Camus’nün “Yabancı”sında veya “Sisifos Söyleni”nde ya da Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ında anlatılanlar nedir? Kanaatimce bunlar da modern insanın ontik sorunlarını dile getiriyor. Gregor Samsa’nın bir böceğe dönüşmesi, insanı salt üreten bir robota indirgeyen modern dünyaya karşı atılmış ontik bir çığlıktı… Turgut Uyar “tükenen’e” başlıklı şiirinde; “ey bana kendimi vermeyen dünya…” diyerek, benzer bir çığlık attı. Ya İsmet Özel! “kendime dünyada bir/ acı kök tadı seçtim” diyen Özel’in şiirlerinin diplerinde derin bir ontolojik yalnızlık ve isyan yok mu?..
Hâsılı, insanın nüvesi ve asıl sorunları ontiktir. Büyük sanatçılar ve eserleri aslında bu sorunlardan beslenir. Çağdaş Türk edebiyatı maalesef ontolojiden; dolayısıyla felsefeden koptu. Bu, günümüz “İslâmcı edebiyat”ının da en önemli riski! Onlar da insanın ontik sorunlarını göz ardı edip, dünyaya, insana, hayata ve tarihe, salt iktidar mücadelesi ve politik bir konu olarak bakma eğilimindeler…
Yazıyı Bertolt Brecht’in bir sözüyle bitireyim: “Tiyatro aracılığıyla politika yapabilirsiniz; ama politika aracılığıyla tiyatro yapamazsınız.”