Modernizm öncesinde bilim, hukuk ve sanat, dinle iç içeydi. Hatta günlük hayatta ‘zaman’ dahi Allah’a ibadete göre ayarlanırdı. Ahmet Haşim “Müslüman Saati” başlıklı yazısında nefis biçimde anlatır bunu. Ama sonra din, bireysel ‘vicdan’a hapsedilerek, bilim, hukuk ve sanatın dışına sürüldü.
Konumuz sanat. Osmanlı’da sanat, esas itibarıyla dinî bir hüviyet arz eder. Örneğin Divan edebiyatında şiirlerin toplandığı divanlar, dinî bir tertip üzere sıralanmıştır. Mürettep bir divanın en başında Allah’ın varlığı ve birliğini, O’na şükür ve duayı içeren tevhit, tahmid ve münacaatlar bulunur. Ardından Peygamberimizin, dört halifenin, din ulularının ve sonra da devlet büyüklerinin övüldüğü şiirler gelir… Kısaca, farklı kültürlerden etkiler ve ulusal izler taşısa da Osmanlı döneminde esas itibarıyla dine tâbi ve uygun, dinin şekillendirdiği ortak/anonim bir sanat/estetik anlayışı hâkimdir. Evvelâ ‘ortak bir poetika’nın; kaygının, amacın ürünüdürler. İkincisi, ortak formları, ortak içerikleri, ortak bir sesi (aruz), ortak mazmunları/sembolleri, imgeleri, figürleri ve çizgileri vardır… Bundan dolayı tüm İslâm coğrafyasında, -toplumun da rağbet ettiği- ortak bir dinî estetikten söz edilebilir.
***
Asıl soru şu: Modernleşme öncesinde İslâm sanatlarının revaç bulmasına, yaşamasına ve yayılmasına, sanatkârların yetişmesine aracı olan toplumsal çevreler ve kurumlar nelerdi? Çünkü sanat, neticede kendisine üretim, arz ve talep imkânı sağlayacak çevrelere ve kurumlara muhtaçtır. Yukarıdaki soruya cevap bulabilirsek, İslâm sanatlarının günümüzdeki durumunu da bir nebze açıklayabiliriz.
Osmanlı’da İslâm sanatlarının neşv ü nema bulmasında en etkin kurum ‘Saray’dır. Çünkü saray, çeşitli dallarda sanatkâr ve zenaatkâr yetiştiren, öncelikle kendi sipariş ve ihtiyaçlarını karşılayan büyük bir teşkilâta sahiptir: “Ehl-i Hıref-i Hassa Teşkilâtı”. “Ehl-i Hıref”te zenaatkârlar yanında hattat, nakkaş, mücellit, müzehhip vb. sanatkârlar çalıştırılmış, üretilen sanat, çeşitli mimarî eserler, kütüphaneler, kitaplar ve türlü eşyalar aracılığıyla topluma arz edilmiş, böylece saray merkezli, dinî karakteri haiz, ama aynı zamanda iktidarı/devleti de sembolize eden bir sanat vücuda gelmiştir.
***
İslâm sanatlarının gelişmesinde rol oynayan ikinci önemli kurum ise okullar. Bazı okullarda çeşitli İslâm sanatlarının tahsili; örneğin hüsn-i hat (güzel yazı) dersinin sıbyan mekteplerinden itibaren verilmesi, medreselerde hattathâne denilen bir yazı odasının bulunması; hatta II. Meşrutiyet’ten sonra, Kamil Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Hulusi Yazgan gibi pek çok ünlü hattatın hocalık yaptığı Medresetü’l- Hattâtîn adlı bir okulun açılması, bu sanatlara verilen önemi gösteriyor.
Bunların yanı sıra bir de sivil kurumlar olmalı. Kanaatimce Osmanlı toplumunda bu sanatların tahsili, meşki ve halka ulaşmasını sağlayan en önemli sivil ara kurumlar dergâhlardı. Çünkü tasavvuf, İslâm sanatlarının hem poetik, hem de pratik anlamda en önemli kaynağı ve arz alanıydı; bu bakımdan dergâhlar, aydınlarla halk arasında bir köprü idi. Ayrıca şair, musikişinas, hattat, nakkaş, mücellit, müzehhip, ebruzen vb. sanatkârların yetişmesi ve terbiyesinde rolü büyüktü… Osmanlı döneminde pek çok sanatkârın aynı zamanda ehl-i tasavvuf olması da bunu gösteriyor.
***
Bir de aydın zümrenin konaklarındaki sanat, ilim ve irfan meclisleri var… Bu meclisler, İslâm sanatlarını kendi aralarında yaşatan kültürlü, dindar bir aristokrat zümrenin varlığına işaret ediyor ki, önemli!..
Ama devran böyle sürmeyecektir! Niçin? Başka bir yazıda inşaallah…
Devletle!..