Türk sanat ve edebiyatının ana temleri, 1908’den sonra genelde devlet, millet, vatan, din, tarih ve dildir. Kuşkusuz bunda Türkiye’nin peş peşe savaşlar (Balkan, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele) yaşamasının büyük payı var. Bu süreçte sanatçı ve edebiyatçılar, zamanın ruhuna uygun olarak genelde ‘güçlü devlet ve millet’ vurgusu yapan eserler verdiler. Meselâ Mehmet Âkif’in Safahat’ında hakim tema ‘devlet’tir. Millî şair, savaş, din, tarih, vatan, toplumsal çöküş, ilerleme, çalışma, eğitim vb. konulara -İslâm eksenli olarak- hep devletin-milletin ilerlemesi ve güçlenmesi zaviyesinden baktı. İnsanı, toprağı ve mekânı da genelde devletin-milletin bir parçası olarak gördü. Aynı bakış, söyleyiş farkıyla Yahya Kemal’de de egemendir. Kanaatimce Kendi Gök Kubbemiz’de ‘kubbe’ önemlidir ve devleti simgeler. Onda şehir -İstanbul- mimarisi, musikisi; hatta doğası itibarıyla ‘devlet’in merkez mekanıdır. Meselâ “Koca Mustâpaşa” şiirinde bu semt milliyeti yansıtır; dolayısıyla şair mekânı da devlet-vatan ve milletin bir parçası olarak görür. Beyatlı’da insan da “Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını” dediği ‘cumhur’; yani bu kubbe altında toplanmış millettir.
Sadece şiirde mi bu? Hayır! Türk romanı da büyük ölçüde aynı çizgiyi devam ettirdi. Meselâ Reşat Nuri’nin öğretmen kahramanlarının çoğu birey olmaktan çok ‘devlet misyonu’ yüklenmiş kişilerdir ve dönemin ‘makbul vatandaş’ını simgelerler. Halide Edip’in Vurun Kahpeye’sindeki Aliye öğretmen de öyleydi. Yeni Turan’da da birey yoktur.
Atatürk ve tek parti döneminde ise sanat-edebiyat, devlet desteğiyle inkılâplara tâbi eserler üretmek çabasındadır. Meselâ mimari ve heykel, bu dönemde ulusal bir kimlik ‘inşa’ etme aracıdır. Şehirlerdeki heykeller, bariz biçimde bir devleti, tarihi ve milleti simgeler. Aslına bakılırsa toplumcu gerçekçi edebiyat da ister ağa-köylü, ister zengin-fakir, ister işçi-patron çatışmasını işlesin, insan kadrosunu genelde siyasî kimlikleriyle öne çıkarmıştır. Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i de öyle. Kişiler ferdî özelliklerinden çok devlette adalet sorunu yaşayan ‘mazlum’lardır. Aynı anlayış, başka bir siyasi içerikle bence Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’de de var. Kısakürek, şiirlerinde ‘ben’in varoluşsal, felsefî problemlerini işlemekle beraber, İdeolocya Örgüsü’nde devlet-sanat ilişkilerini düzenlemekten geri durmaz. Karakoç’un şiir ve eserlerinde de ‘ben’den ziyade ‘biz’; millet, millî-dinî coğrafya ve tarih öne çıkıyor. Dolayısıyla onda da toprak, coğrafya, şehir ve insan, ferdî olmaktan ziyade, bir devletin-milletin, medeniyetin parçası olarak görünüyor. Pakdil’de de aynıdır durum.
Bütün bunlar, Türk yazar ve şairlerinin genelde kendini devlete göre konumlandırdığını, hatta devlet imkânlarını kullanarak, devleti koruma, inşa etme veya eleştirme misyonuyla eser verdiğini, hayata ve insana devlet zaviyesinden baktığını göstermiyor mu? Bu nedenle kanaatimce Türk edebiyatında coğrafya da, mekan da, insan da; hatta doğa da daima ‘biz’ dairesinde, anonim kalıplar içinde kalıyor, ‘ben’in derinliklerine inilemiyor; insanın evrendeki konumu, fizikötesi bir kazazede olarak bu dünyada yaşadığı varoluşsal sorunlar, Tanrı ve doğayla olan münasebeti, modernizmin doğurduğu felsefî-psikolojik yıkımlar, robotlaşma, yalnızlık, yabancılaşma gibi temalar ıskalanıyor. Devletin bekâ sorunu, ferdin varoluşsal/ ruhsal sorunlarının önüne geçiyor. Sanatçı “fizikötesi yaşantılı bir kazazede” değil de iktidarlar için simge üreten bir ‘işçi’ye dönüşüyor. Edebiyatımızın genelde yapay siyasal simgeler ve sığ, abartılı kahramanlar çöplüğü olması biraz da bundan değil mi?