O, Ahmet Rasim’le beraber, Ahmet Mithat Efendi’den gelen popüler roman çizgisinin önemli isimlerinden biri. Sonra Ercümend Ekrem, Osman Cemal Kaygılı gibi yazarlar bu çizgiyi -kaybolan İstanbul’dan renkli sahneler sunarak- sürdürdüler…
Kendisinin söylediğine göre yazarlığa tiyatro yazarak başlamış, ilk tiyatro çevirisi Güllü Agop’ta oynanmış. Oldukça genç yaşta “Şık”ı yazıp Ahmet Mithat’a göndermiş. Üstat, bu eseri onun yazdığına inanmamış, zavallı çocuk Hüseyin Rahmi’yi ağlatmış. Mürettip ve eleştirmenlerle başı hiç hoş olmamış.
Bir anısı şöyle:
“Hazan Bülbülü” adlı eserini matbaaya vermiş. Eser dizilmiş, provalarını kontrol etmek üzere kendisine vermişler. O da ne?.. Romanın sonunda şöyle bir cümle: “Ötme bülbül ötme, gönül şen değil!” Allah Allah!.. Bunu ben yazmadım, diyor Hüseyin Rahmi. Şaşkın, dizgiciyi çağırmış. Sormuş. Dizgici ne cevap verse beğenirsiniz! “Evet, efendim siz yazmamışsınız, ama o mısra benim çok hoşuma gider. Aklıma geldi de ilave ediverdim!” demez mi… Güler misiniz, ağlar mısınız?.. İşte böyle sanatkâr ruhlu dizgiciler de var. Düşünsenize eserinizi dizgiciye veriyorsunuz, sanatkâr ruhlu dizgiciniz, hoş beyit ve mısralarla metninizi süslüyor!..
Yazarın başından garip olaylar da geçiyor. Naci Sadullah’la bir söyleşisinde (Son Posta, 24 Haziran 1933) bunlardan birini anlatır: Kocasını aldatan bir kadını ve bunu bildiği hâlde karısını bırakamayan bir adamı konu edinen “Bir Muadele-i Sevda” romanı gazetede tefrika edilirken, Gürpınar bir birahanede oturuyormuş. Yanına bir adam gelmiş ve demiş ki; “Affedersiniz beyefendi. Şu pencerenin dibinde oturan zat da tıpkı romanınızdaki gibi karısı tarafından aldatılıyor, ama bırakamıyor. Merakla romanınızın sonunu bekliyor. Eserin sonunda aldatılan kocanın ne yaptığını görüp, o da karısına ne yapacağını belirleyecek!..”
Böyle işte! Bazen bir roman, hayati bir önem taşıyabiliyor. Hüseyin Rahmi eseri nasıl bitirsin şimdi?.. Bunu duyunca, zihnindeki sonun hilafına kadını öldürmekten vazgeçmiş. Ama okurlar durmuyor bu sefer de! Mektuplar yağmış! Bu roman böyle mi bitirilmeliymiş? Böyle bir kadın nasıl cezasız bırakılırmış? Muhterem kariîn, nereden bilsin işin aslını.
Hüseyin Rahmi’nin kendine özgü birkaç hususiyeti var. Bunları, yeğeni Muzaffer Hanım, Hikmet Feridun Es’e anlatmış. İlki, hastalık korkusu ve temizlik takıntısı! Merhum öldüğünde arkasında 100’den fazla eldiven bırakmış. Eldiven takmadan sokağa çıkmaz, hiçbir şeye dokunmazmış. Çünkü hayatta en çok mikroptan korkarmış. Eve bir misafir gelse, kapının koluna dokunsa, açmak için o kolu tutmaz, elbisesinin bir parçasıyla tutup öyle açarmış. Sokağa daima kolonya ile çıkıyor, kimsenin elini sıkmıyor. Hiç evlenmemiş. Evlenmeyişinin sebebini, Muzaffer Hanım, bu temizlik takıntısı, mikrop korkusuna bağlıyor…
Unutmadan Gürpınar’ın hayatta en yakın dostu, emekli miralay Hulusi Bey’dir. Onunla tam elli yıl aynı evi paylaşmışlar, birbirlerini incitecek bir kelime bile etmemişler. Yazar, eserlerini yayımlamadan önce ona okurmuş. Hüseyin Rahmi’nin matbuatla münasebetlerini de Hulusi Bey takip edermiş. Refik Ahmet Bey, 4 Ağustos 1933 tarihli “Vakit” gazetesindeki “Hulusi Bey” başlıklı yazısında ondan söz eder.
Aslında uzun uzun yazacaktım ama yerim yok. Kısaca yazayım. O da kedi severlerden. Son kedileri “Sarı” ile “Hüsnü”. Daha önce “Nazlı” adında çok güzel bir kedisi varmış. Yazar “Kedim Nasıl Öldü” ve “Kedi Yüzünden” hikâyelerinde kedileri anlatır. Ölmeden önce söylediği son cümlenin “Kedilerimi iyi doyurunuz” olduğu rivayet edilir. Hüseyin Rahmi öldüğünde kedisi Sarı, sokağa çıkmaktan korkmasına rağmen, uzun süre cenazenin peşinden gitmiş, merhumun yakın dostu Kitapçı Hilmi gözyaşları arasında bu zavallı hayvancağızı yoldan çevirebilmiş.
İyi örgü ördüğünü, 70 yaşına kadar bisiklete bindiğini de ekleyelim.
Rahmet olsun! Bugünlük de bu kadar…