Hayat karşısında kendini iradesiz, çaresiz, savunmasız hisseden insanın ‘varolmak’tan duyduğu azap, Beckett’in eserlerinin ana temasıdır. Kurguladığı karakterler, bu çaresizlik ve iradesizlikle sık sık hayatın ‘saçma’ ve ‘anlamsız’ olduğunu dile getirirler. Çünkü ne Tanrı’yı, ne hayatı, ne de varoluşlarını açıklayabilirler.
Beckett, derin felsefî, psikolojik ıstırapları olan uyumsuz ve yalnız bir yazar. Yazmak, onda estetik haz beklentisinin veya toplumsal/ ideolojik ideallerin itkisiyle değil, ontolojik bir çığlık ihtiyacından doğar. Bu, gücünü/ güçsüzlüğünü sorgulayan ve sonunda varoluşunu anlamlandıramayan insanın çığlığıdır. Çığlık olduğu için de ilkel ve doğaldır, kural tanımaz; forma, dil ve mantık düzenine sığmaz!
“Godot’yu Beklerken” de böyledir. Alışılmış tiyatro formuna uymaz. Karakterler, konuşmaları ve davranışlarıyla mantık dışına çıkmışlardır. Bir ‘macera’ya yaslanmaz. Çünkü macera, hoşça vakit geçir(t)meyi önceler. Bunu amaçlayan yazarlar, ağını okurun merak duygusuna atar, balığını bulur da oltası… Neden bulmasın ki, her okurun seviyesi ve aradığı başkadır!
“Godot’yu Beklerken” karakterleri, diyalogları, hareketleri itibarıyla kendini hemen ele vermez. Ancak onca bulanıklığa rağmen ‘beklemek’, oyunun ortak noktası olarak öne çıkar. Hatta metnin derinlerine inildikçe ironik bir dille hayat, zaman, insan-Tanrı, insanın iradesizliği, acizliği, çaresizliği, hayatın anlamsızlığı gibi ontolojik sorunların dile getirildiği görülür.
Eserin ana karakterleri Estragon ve Vladimir kuru, yapraksız bir ağacın altında –ağaca dikkat- Godot’yu beklerler. Bu, sembolik bir anlam taşır. Hayat ağacının altında beklemektedirler, ama kurumuş bir hayat ağacının; Beckett’e göre ‘ölüm ağacı’nın. Kimdir Godot, ne zaman, niçin gelecektir, bekleyenler onu niçin bekler, belirsizdir. Örneğin Vladimir adının Godot olduğundan dahi emin değildir (s. 25), Estragon’un deyişiyle “uzaktan” (s. 28) tanımaktadırlar. Godot, kimilerince Tanrı’dır, kimilerince kurtarıcı/ Mesih. Oysa hiçbiri değildir. Beckett, onu özellikle belirsizleştirerek, aslında ontolojik bir soruna; insanda doğuştan ölüme kadar süren özlemlere, beklentiye işaret etmektedir. Nitekim oyun, San Quintin Hapishanesinde sahnelendiğinde mahkûmların her biri Godot’da kendi beklentisini bulmuştur. Beklemek, tüm insanların yazgısıdır; çünkü insan her şeye rağmen kendini eksik hisseder. Bu nedenle gözleri daima ufukta, eksiğini tamamlayacak bir varlığı bekler. Üstelik ne zaman geleceğini bilemez, hatta gelmeyebilir de, gelmesi için bir şey de yapamaz, ama yine de bekler, Estragon’un deyişiyle “ilânihaye” (s. 16) bekler. Evet bekleyiş, sonsuza kadar sürecektir, “Yapacak bir şey yok”tur, “Bakacak bir şey [de] yok”tur (s. 11).
Oyunda Estragon ve Vladimir, hayat ağacının altında, meçhulden gelecek bir kurtarıcıyı (Godot) bekleyen, ellerinden beklemekten başka bir şey gelmeyen tüm insanlığı temsil eder. Çocuk, Godot’nun yanında çalışan, insanlara onun geleceğini haber veren, böylece bekleme eylemini sürekli kılan ‘elçi’dir. Pozzo, efendi, Lucky, efendisi istediğinde dans eden, istediğinde düşünen bir köle. Efendisi düşün diye emrettiğinde kullandığı dile ve söylediği darmadağınık, anlamsız gibi görünen cümleler, bir infilaktır âdeta, bir başkaldırı, bir çığlık! Beckett’ın deyişiyle; “kayıtsız bir gökyüzünün altında, imkânsız bir yeryüzünde kendi içine kapanmış]” biridir o.
Oyun “Yapacak bir şey yok” diye başlıyordu, sonda Godot yine gelmemiştir, umutsuzlukla “…uzaklara gidelim” der Estragon (s. 122). Vladimir’in cevabı gerçeği tüm çıplaklığıyla ihtar eder: GİDEMEYİZ!.. Çünkü “Yapacak bir şey yok”tur! Çünkü insana düşen “burada beklemeye devam etmek”tir (s. 68).