Şairler genelde dünyayı olduğu gibi değil de kendi ruhlarındaki gibi görürler. Aslında eşya iki türlü görünür; ya kendisi olarak ya da başkasının gördüğü gibi. Her bakış bir farktır. Nesne, bir sanat eserine kendi hâliyle değil de bakanın gördüğü şekilde girer. Kendi olduğu hâliyle girerse kopya olur. Umuma görünen, salt beş duyu organıyla algılanan kâinat, Sezai Karakoç’un da ifade ettiği gibi sanatın sıfır noktası, ham maddesidir… Şair nesnelerin herkese aynı şekilde görünen ‘hendesî ve riyazî mantığı’nı yıkar, önce öldürür onu, sonra ruhunda yeniden şekil verip hayalen diriltir âdeta.
Hâşim böyle bir şairdi. Kâinata ruhunun ve kalbinin gözleriyle baktı, riyazî ve hendesi kurallara uyan aklın ve mantığın -âdi idrak- gözüyle değil. Abdülhak Şinasi Hisar, “Ahmet Haşim, Şiiri ve Hayatı” (Hilmi Kitabevi, 1963) adlı eserinde bir gün şaire Recaizade hakkındaki fikrini sorduklarında, Haşim’in “- Hiç eldivenli şair olur mu?” (s. 12) diye cevap verdiğini yazar. Bence de olmaz! Eldiven burada hangi anlama geldiğinin farkında olan Hisar, “Recaizade Ekrem Beyin, sımsıkı tuttuğu eldivenleri vardı” (s. 12) diyor. Doğru, Ekrem’in şiirinin eldivenleri; akla, mantığa uyan kuralları vardı ve eldivenlerini sımsıkı tutuyordu. Kâinata o eldivenlerle dokunmaya çalıştı. Şiirle arasına ‘eldiven’ler girmişti. Hâşim, aynı nedenle Yahya Kemal’e de “şiiri hendeseye sokmak istiyor” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, İletişim, 2016, s. 34) diyerek karşı çıkmıştır.
Ruhtan kaynaklanan tahayyül, baktığı eşyanın hendesesini yıkar ve şiirde kendine özgü, mahrem, kişisel bir dünya kurar. Zaten şairleri birbirlerinden ayıran da kurdukları özel dünyalardır. Hüseyin Cöntürk de Turgut Uyar’ı ele aldığı kitapçığında buna işaret ediyor. Şairin iki dünyası vardır: Birincisi içinde bulunduğu umuma açık dünya, ikincisi içinde kurduğu dünya!.. Hisar, “Her göz tabiatte ancak kendi ruhunun hissesini görebil[ir]…” (s. 39) diyor. Hâşim’inki böyle bir şiir! Tabiatta kendi ruhunu ve o ruha düşen hisseyi görüyor. Nitekim “Mukaddime” şiirinde;
“Seyr eyledim eşkâl-ı hayatı
Ben havz-ı hayâlin sularında
Bir aks-i mülevvendir onunçün
Arzın bana ahcâr u nebâtı”
der. O, hayatı bir hayal havuzunun sularında seyretmiştir. Elbette hareket noktası maddeydi. Ancak maddeden kalkarak metafizik bir soyutlamada karar kıldı. Tabiat ve eşya, şiirinin aynasına hayalinin süzgecinden geçerek yansıdı. Yakup Kadri’nin dediği gibi “gözleri bir manzarada bizim görmediğimiz şeyleri görüyordu” (s.14).
Neler yansıdı o aynaya? Evvelâ görüntüler… Hâşim’in şiiri bence en çok resme yaklaşır. Bu itibarla göze hitap eder. İlhan Berk’te de vardır bu. Ona göre dünya bakmak içindir. Ancak Berk, eşyaya ve tabiata genelde geometrik ve matematiksel bir madde olarak bakar. Oysa Haşim hayata daima olağanüstü hayaller yansıtan bir prizmadan baktı. Şiir tablolarında ateş renginin tonlarının ağır bastığı “sönen ve gölgelenen” bir dünya; gün batımları, “melûl akşam”lar, “altın ufuklar”, “kızıl havalar”, yıldızlı ve mehtaplı geceler, göller, nehirler, ateşten bâde ile dolu havuzlar, suyu yakuta döndüren hazanlar, ateş dolu piyaleler, muttasıl kanayan güller, kanlı bülbüller var…
Onun şiirinde empresyonist tablolar yanında ‘ses’ de önemlidir. Hatta şiirlerindeki mananın bir ‘lisan-ı hafî’nin âhenginden geldiği söylenebilir. Ama ucu açık, ancak okurca tamamlanabilecek müphem/ karanlık şiirlerdir bunlar. Zaten tahayyül müphemde doğar ve yaşar. Aydınlık şiiri öldürür.
Ben o lisan-ı hafî’de ve âteşin tablolarda Dicle kenarında annesinin peşinde koşan bir çocuğu -ki şiiri çözünce çocukluk cennetini buluruz- gün batımlarında hayatın faniliğini, insanın zaman karşısındaki çaresizliğini ve bunun doğurduğu ama bugünkü neslin âşina olmadığı ‘melâl’i bulurum…