2024 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Güney Koreli yazar Han Kang’ın nasıl bir yazar olduğunu merak ediyordum. Sadece yazarı değil, dünyadaki edebi zevki, beğenilerdeki, biçim ve içerikteki değişimi de görmek istiyorum. Bunun için Türkçe’ye tercüme edilen eserlerini aldım, önce “Vejetaryen”i (Çev. Göksel Türközü, April, 2024) okudum.
İlk izlenimim şu: Hayatla, toplumla, aileyle uyum sağlayamayan, yalnız, yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz ve sıra dışı bireylerin öyküsünü anlatıyor Kang. İkincisi karakterleri, derinliklerini psikolojileriyle sağlıyor. Özellikle romanın başkahramanı Yonğhe’nin rüyaları, giderek şiddetlenen bir travmanın ve kopuşun şifreleri. Eserdeki rüyalar bir Freudyen tahlile muhtaç. Buradan yazarın psikiyatriye ilgi duyduğunu çıkarabiliriz. Nitekim romanın “Alev Ağacı” başlıklı son bölümün bir akıl hastanesinde geçmesi ve kitabın sonunda Han Kang’ın kendisine araştırma imkânı sağlayan hastane yetkililerine teşekkür etmesi de bunu göstermekte. Üçüncüsü, psikoloji yanında -çok kuvvetli olmasa da- felsefî-mistik eğilimleri de var yazarın. Kanaatimce et-kan-kırmızı ve bitki-yeşil, “Vejetaryen”deki felsefi ve mistik içeriği oluşturan, varoluşsal iki zıt vasıf. Et – kan, şiddeti, vahşeti, hatta otoriteyi, -belki babayı- egemen, alışılmış toplumsal, ailevî düzeni, buna karşılık bitkiler, varlığın/ insanın masum kökünü, cevherini temsil etmekte. Bu hâliyle Yonğhe, -tıpkı Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ı gibi- hayvani tüm gıdaları (et, süt, yumurta vs.) ölmek pahasına yemeyerek, bir bakıma egemen ve zorba düzene -ataerkil anlayışa, baba otoritesine de- başkaldıran aykırı bir karakterdir. Oğuz Atay’ın éBeyaz Mantolu Adam”ı da kavurucu bir yaz günü üstelik kadın mantosu giyerek, egemen toplumsal düzene başkaldırmıştır. Ama şunu belirteyim, eser yine de felsefi – mistik içerik bakımından çok da kuvvetli değil, çünkü Yonğhe, baskaldırısını -neden bitkilerle özdeşleşmek istediğini- anlamlandıramıyor. Bu bakımdan mesela bir Beckett’in “Murphy”si, Camus’nun “Düşüş”ü daha derin ve güçlü bir felsefeye sahip. Yine de daha çok Uzak Doğu’ya özgü mistik esintiler, az da olsa Asya’ya özgü folklorik, mitolojik anlatılar -”Moğol Lekesi”nde olduğu gibi- “Vejetaryen”in sayfalarına yayılmış durumda. Batılılara bu tür mistik esintiler galiba ilginç geliyor, Han Kang’ın Nobel Ödülü’nü almasında bunların da rolü olduğunu düşünüyorum.
Sonra aileye ilişkin bazı toplumsal eleştiriler de var: Mutsuz evlilikler, uyumsuz, aşksız eşler, mekanik birliktelikler, otoriter, hatta şiddete eğilimli bir baba… Roman kahramanları Gim Yonğhe ve Gim İnhe’nin evlilikleri Kang’ın toplumsal eleştirileri için önemli vasıtalar. Eserde et yemeyen kızlarına zorla et yedirmek isteyen, bunun için şiddete başvurmaktan dahi çekinmeyen baba, hatta anne, egemen, otoriter toplumsal düzeni temsil ediyorlar. Buna karşılık Yonğhe’nin kocası ve ablası, mutsuz olsalar dahi o egemen düzene boyun eğen, bir bakıma mekanik bireyler… Onların karşısında ise Yonğhe ve abla Gim İnhe’nin sanatkâr kocası yer almakta.
İşte bu çatışma üzerine kurulmuş roman: Bir yanda vahşet, zorbalık, otorite ve mekanik ilişkiler, diğer yanda her türlü hırstan arınmış, dünyaya sırtını dönmüş, köklerini toprağa salmış masumiyet… Yonğhe, daha başta ete, kana sırtını dönerek, o zorba, egemen düzene başkaldırıyor ve sonunda her türlü hayvani gıdayı yemeyi ölme pahasına reddederek, bir anlamda ermişliğe ulaşıyor. Romanın sonundaki “Ben artık bir hayvan değilim…”, “Yemek falan yemesem de olur. Yaşayabilirim. Sadece güneş ışığı yeterli” (s. 132) cümleleri ruhen bir yükselme ifade ediyor.
Ama hayır!.. Hangi prensip, hangi hakikat uğruna bu terk-i dünya?.. Bitki veya vejetaryenlik, Yonğhe’nin dönüşümünü, isyanını, çilesini anlamlandıramıyor. Gördüğü rüyalar, etten neden sırt çevirdiğini açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu bakımdan zayıf Han Kang!
Ruhun kendini arayışının romanı “Vejetaryen”… Mekanik, aşksız birlikteliklerden, zorba toplumsal düzenden bunalan ruh, ağaçların serinliğinde, yeşil yapraklarda, çiçeklerde, toprağa uzanan köklerde arıyor huzuru…