André Gide’in “Pastoral Senfoni”sinde (Çev. Buket Yılmaz, Timaş Yay., 2018) gözleri doğuştan görmeyen ve evrendeki varlıkların görünüşleri hakkında bir bilgisi bulunmayan genç kız Gertrude, rahibin yardımıyla dünyayı yavaş yavaş algılamaya başlayınca; “Kuşların sesini çok iyi duyuyorum ve sanırım bütün söylediklerini de anlıyorum.” der (s. 34). Buna karşı rahibin verdiği cevap müthiştir: “Evet, Gertrude’cuğum görebilenler senin kadar iyi anlamazlar kuşları.” (s. 35).
Gertrude’un görme duyusu eksik! Ama belli ki bu eksikliğin oluşturduğu boşluğu, duyma organıyla -kulak- gideriyor; hatta daha ileri gidiyor, kuşları görebilenlerden daha iyi anlıyor!.. Burada sorulması gereken soru şu: Görebilenler, niçin Gertrude kadar anlayamazlar kuşları? Sadece görmekle yetinirler de ondan. Görmenin sağladığı güven duygusu, onları nesnelere dikkatle bakmaktan, dolayısıyla derinlemesine idrakten alıkoyar. Peki Gertrude kuşları neden görebilenlerden daha iyi anlıyor? Çünkü göremeyen, görememenin verdiği iştiyakla gözün işlevini kulağa ekliyor, duyarak görüyor bir bakıma… Eksikliğe duyulan büyük iştiyak! Tıpkı Patrick Süskind’in “Koku”sundaki Grenouille’in doğuştan kokusu olmadığı için koklama duyusunun çok kuvvetli olması gibi. Ama burada duymak değil anlamak söz konusu. Yahya Kemal “Düşünce” şiirinde; “ ‘Yalnız duyan yaşar’, sözü derler ki doğrudur/ ‘Yalnız duyan çeker’ derim, en doğru söz budur” der ya, onun gibi. Eksiklik, en iyi yaşayarak idrak edilir, “duyan çeker” diyor şair. “Pastoral Senfoni”nin kahramanı Gertrude da “Koku”nun kahramanı Grenouille de böyle “duyan” iki insan. Onlarda yaradılıştan gelen bir eksiklik -ıstırap- algılayamadıkları parçaya karşı büyük bir iştiyak doğurmuş. İşte bu iştiyaktır onları tabiatı ve varlığı ‘anlama’ya erdiren.
Şu ‘iştiyak’ sözcüğü, ki aşktır neticede, beni duyular dışında, daha doğrusu duyuların yanında başka bir anlama/ idrak biçiminin varlığına götürüyor. İnsanlar, duyu organlarıyla eşyanın maddî cephesini algılarlar. Oysa Dubuffet; “Gördüğümüz nesnelerin maddeselliği yanılsamadır” (John ve Yves Berger, Top Sende, Metis, 2020, s. 62) der. Eşyanın maddî cephesi yanılsama mıdır bilmiyorum ama maddî cephesinin ötesinde bir cevherinin olduğuna inanıyorum. Resmi “görünmezin ihyası” olarak tarif eden John Berger (Top Sende, s. 61) de eşyanın görünmeyen tarafına; cevherine işaret ediyor olmalı. Arthur Rimbaud da şairin “görünmezi gören bir yalvaç” olması gerektiğini söyler ya! Aynı şey…
Asıl soru tam burada galiba. Gertrude’un duyduğunu nasıl duyacağız? Görünmezi nasıl görecek, nasıl idrak edeceğiz? Yves Berger, babasına yazdığı bir mektupta bunu dile getiriyor. Bilge ve zeki insanları seviyorum. Diyor ki; “Pierre, Marthe’a âşık. Nasıl ki ona aşkla dokunuyorsa onu aşkla görüyor. Kimse Marthe’ı öyle görmüyor çünkü kimse ona öyle dokunmuyor.” (Top Sende, s. 70)
Aşkla dokunmak, iştiyakla bakmak!.. Fuzulî’nin dediği gibi: “Aşk imiş her ne var âlemde/ İlim bir kîl ü kâl imiş ancak”
Bilimi, aklı reddetmiyoruz elbet. Ama bilimin hamurunda olması gereken ‘aşk’a işaret ediyoruz. Sanatın özünde de işte böyle, eşyaya nüfuz eden aşk ile yoğrulmuş bir bakış, derûnî bir duyuş vardır. Behçet Necatigil “Yıldızlara Bakmak” adlı o nefis radyo oyununda işte bu mekanik bakışla aşkla bakmak arasındaki farka işaret eder. Gecenin bir yarısı, bir at arabasıyla ömründe yıldız görmemiş biri, telâşla rasathaneye gelir. Amacı, ölmeden bir kez olsun teleskopla yıldızlara bakmaktır. Rasathane müdürünün söylediği şu cümle her şeyi özetler:
“Yıldızlar rasathaneden görülmez.”
O hâlde iki gözden söz edebiliriz, birisi çıplak gözle gördüklerimiz, diğeri gözlerimizi kapatarak gördüklerimiz. Gerçek resim, gözlerimizi kapatarak yaptığımızdır!..