Ben doğdum doğalı Ortadoğu kan deryası, Hazar’ın öte yanı da öyle. Her şey açık ama neden bilinmez, zalimin zulmüne deliller arıyorum; karanlık arşiv odalarında belgeler. Haydi susanları anlıyorum, “kin susturur insanı, adına çıdam denir.” Ama şu mazlumları suçlayanlar yok mu?.. Tarihi ‘Oh olsun!’ diye okuyan, âdeta cesetler üzerinde nutuk atanlar…
Hiç mi zalimin suçu yok ha! Hiç mi planı yok, hem hiç mi yenilmek yok, vatandan cüda kalmak yok, vatan topraklarını mecburen terk etmek yok! Tarihi galipler yazarmış, görüyorum mazlumların dilini kullanan yok.
Haydi şimdi yine o kartezyen mantığım, kana bulanmış bir sürü belge varken, sizi ikna etmeye çalışsın. Evet öyle kana bulanmış bir sürü belge varken! Ece Ayhan’ın birkaç dizesi geldi aklıma, bir ok hafızamın bir ucundan uçup zap diye ayağımın dibine saplandı:
“...Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden!” (Bütün Yort Savul!lar, YKY, s. 119)
Hangi belge kandan daha yavuz olabilir ki?..
Ama yok işte. Yetmiyor kandan belgeler galibin gözüyle tarihe bakanlara… Çünkü “İnsanlar/ hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır.”
Şair yine omzuma dokunuyor, ara haydi, bul kanıtları, ikna et şunları; çünkü “Dilce susup/ bedence konuşulan bir çağda (…) bana deha değil/ belgeler gerekli/ kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza” diyor.
Bombalanmış evlerin, toza bulanmış cesetlerin fotoğrafları uçuşurken, ben de kaç gündür, hem de daha iyi ikna olurlar diye, onlardan birinin, Simon Sebag Montefiore’un “Kudüs” (Pegasus Yay., 2016) adlı kitabının satırları arasında dolaşıp durdum. Notlar, notlar… Bir sürü not!
1800’lü yıllardan beri her defasında şiddetle artan, tükenmek bilmeyen bir ‘Yahudi hırsı’ Kudüs’ün gırtlağına basmış, sadece benim! diyor. Dünyanın ta bir ucundan Rusya’dan, Polonya’dan, İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan kimi yalınayak, kimi taht-ı revan üstünde akın akın Kudüs’e geliyorlar. Ne varsa! Sadece onlar değil Hrıstiyan dünyası da öyle, Ortadokslar, Protestanlar, Evangelistler… Başkalarıyla kavga etseler iyi, kilisedeki bir adımlık yer veya bir anahtar için aralarındaki arbedelerin de haddi hesabı yok. Maceraperest arkeologlar mı, Flaubert gibi seks düşkünleri mi, Nikolay Gogol gibi manevi huzur bulmak için şehre gelenler mi, dersiniz? Bu arada geldi de oldu? “Kendimi hiç Kudüs’te olduğum kadar kötü hissetmedim” dedi, tüm el yazmalarını yok edip kendini açlıktan ölmeye mahkûm etti. Kudüs Sendromu imiş adı. Şifa umarken gördükleri karşısında yıkılmıştı.
Doğrusu Yahudilerin sendromu da bunlardan biri midir bilmiyorum. Ama taa geçmişten beri akıl ve mantığın almadığı bir ‘sendrom’a kapıldıkları açık!.. Gogol, o sendromla el yazmalarını yok etmiş, tabutu açıldığında da yüzü koyun bulunmuştu. İsrailliler de bu gidişle Filistin topraklarında taş üstünde taş bırakmayacaklar.
Onlarda var da bizde sendrom yok mu? Var! Sattılar, sırtımızdan vurdular şeklinde tezahür eden bir garip sendrom bu! Satan sattı evet, sırtımızdan vuran da var, ama satın almak için düşman da hiç boş durmadı, hatta kimi kez arazilere zorla el koydu. Ayrıca satın almak istendiğinde buna şiddetle karşı koyanlar da var. Meselâ “1859’da Osmanlı’nın Londra Sefiri Montefiore’ye Filistin’den toprak satın almasını teklif etmiş” (Kudüs, s. 355), 1882’de Sultan tehlikeyi görüp Filistin’e Yahudi göçünü, 1889’da ise Filistin’de üç aydan fazla kalmalarını yasaklamış, Filistin Belediye Başkanlarından Yusuf Halidi liderliğindeki Arap aileler göçün yasaklanması için İstanbul’a dilekçeler göndermişler (s. 373). Rotschild 1897’de Kutsal Duvar’ı satın almayı teklif etmiş, Hüseyni Şeyh El-Haram buna engel olmuş (s. 379).
Mış mış… Satan da var, ihanet eden de, satmamak için canını veren de…
Ben ne yapıyorum dostum, kime kanıt sunuyorum, niye?..