Filibeli’nin, “A’mâk-ı Hayâl”inde (Haz. Fatih Altuğ, Turkuvaz Kitap, 2019) Aynalı Baba adlı bilge kişiyle sohbetleri esnasında rüyalara dalan Raci, “Muamma-yı Ebedî” (Ebedî Bilmece) başlıklı bölümde “Ruh nedir?” sorusuna cevap bulmak için, bir öğrenci olarak Brahma’nın huzuruna çıkar. Brahma, bu soruyu cevaplamak için önce ölmek gerek deyip, onu 7 yıl bir çileye/ halvete sokar. Raci, 7 yıl dünya ile alakayı keser, hücreden çıktığında eşyayı bir cisim olarak algılayamaz, sanki ruh olmuş, cisminden kurtulmuş gibidir. Bu hâl ile ruhu anlamış olması gerekirken, hâlâ tereddüt etmekte, kendisinin sadece bir cisimden ibaret olduğunu sanmaktadır. Bu esnada Brahma cismen ölür, lâkin ruhen karşısına çıkıp kendisini gösterir ve tekrar sorar:
“-Ruhu hâlâ anlamadın mı?
-Hayır, eğer lütfedip anlatırsanız…
-Anlatmak… Anlatmak mı?
Görmedin mi?
-Evet lâkin bir şey anlamadım…
Bir şeyi anlamak için görmek kâfi değil.
-Ya?
-Olmak lâzım
-Ah, ah! Olmak, olmak için evvelâ olmamak icap eder. İşte bu mümkün değil.
-Niçin?
-Çünkü olmak için evvela olmamak icap eder…” (s. 147)
Bu bölümdeki “Bir şeyi anlamak için görmek kâfi değil.” cümlesini okuyunca André Gide’in ”Pastoral Senfoni”si (Çev. Buket Yılmaz, Timaş,2009) geldi aklıma. O romanda da gözleri doğuştan kör bir kızın görmeye başlayınca yaşadığı hayal kırıklığı anlatılıyor ve görme üzerine çeşitli düşünceler ileri sürülüyordu. Meselâ Hz. İsa’ya ait olan “Eğer kör olsaydınız hiç günahınız olmazdı.” (s. 92) sözünde körlük, masumiyet dairesinde kalmak, görmek ise günahla karşı karşıya gelmekti. Nitekim Gertrude da körken dünyayı, dünyadaki konumunu ve rahiple ilişkisindeki ‘suç’u bilmiyor, ama sonra -tıpkı Lacan’ın ‘ayna evresi’ kuramındaki gibi- gerçek konumunun ve ‘eksikliği’nin farkına varıyordu. Bu itibarla “Pastoral Senfoni”de görmekle günah arasında bir ilişki kurulur, görmemek önerilirken, Filibeli’de görmekle anlamak arasında bir ilişki kurulmakta, görmenin yetersizliğine vurgu yapılmaktadır. Çünkü görmek, anlamaya yetmez!
Ya ne yapmalı? Filibeli, görmenin karşısına ‘olma’yı koyuyor. Anlamak için olmak gerekir, diyor. Lâkin görmek kolay, olmak zordur… Çünkü görmek edilgendir; olmak için ise etkenlik, bizatihi yaşamak gerek. Daha önemlisi Brahma’nın verdiği cevap: Olmak için evvelâ olmamak gerek! Bu mümkün mü?
Ruh’un ne olduğunu arayan “talib-i marifet”, ebedî hayatını bu uğurda feda etmeyi, ‘olmama’yı göze alır, Nur Dağı’na doğru yola çıkar. Yolda ‘marifet’e rastlar! Marifet ona der ki; ruhun bilgisine ulaşmak için ebedî hayatı feda etmek yetmez, yoklukla varlığın tek bir şey olduğunu, tekten doğduğunu ve yine tekte sonlandığını kanıtlamak lâzım. Kim, yoklukla varlığın ‘tek’ olduğunu kanıtlayabilir ki?..
Zekîdir Filibeli, bu soru bizi metnin başındaki “Ve’r-râsihûne fi’l-ilm (İlimde derinleşmiş olanlar, (Âl-i İmran, Âyet 7) ibaresine götürür… Bu, Aynalı Baba’nın dediği gibi “bilmekle bilmeme”nin bir olduğu noktaya erişmektir.
O nokta artık gözlerimizi kapadığımız ândır!..
“A’mâk-ı Hayal”le tasavvufun, metafiziğin; varlığın, yokluğun, tekliğin, çokluğun, hakikat, bilgi, iyilik, kötülük, ruh gibi kavramların dünyasında felsefî-fantastik bir yolculuğa çıkıyor, İslâm tasavvufundan Zerdüştlüğe, Budizm’e, Hind’e, Brahmanizm’e, Çin’e değin bazı marifet duraklarında konaklıyorsunuz. Kitapta en çok Hürmüz’le Ehrimen’in, iyilikle kötülüğün, nurla karanlığın çatışmasının sembolik bir dille anlatıldığı bölümü sevdim.
Bir de ilâhiyatla meşgul olan Tantan ve Tontonculara kitaptan soru: Beyaz İfrit’in yanındaki şeytanlar mor mudur? İkincisi, “Kazan-ı semâvî’nin kaç kulpu vardır?.. (s 104-105)
Batı felsefesine dalanlara diyeceğim ise şu: “A’mâk-ı Hayâl”e de dalsınlar! Ama o sembolik dili çözmek kaydıyla…