Albert Camus’nün “Düşüş” adlı romanını okuduktan sonra Karacaoğlan’ın; “Evvel sen de yücelerden uçardın/ Şimdi enginlere indin mi gönül/ Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin/ Karadan menzilin aldın mı gönül” türküsü dolandı dilime. Ardından Yunus’un; “Ben ay’ımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde/ Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar” dizelerini hatırladım. İnsana evrende gerçek ‘yeri’nin neresi olduğunu bildiren hikmetli dizelerdir bunlar.
Bu dizelerin Camus’nün “Düşüş”üyle ne ilgisi var, diyeceksiniz. Bence var! Çünkü bu eser de tıpkı Karacaoğlan’ın “Evvel sen de yücelerden uçardın” dediği üzere bir insanın evvelâ ‘yükseklerde uçma’sını daha sonra da ‘düşüş’ünü; yani “Karadan menzil alışı”nı, kendi gerçeğini fark edişini konu edinir. Zaten romana “Düşüş” denmesi de bundan.
“Düşüş”, insanın evrendeki yerini ve gücünü/ güçsüzlüğünü, felsefî olarak tartışan monolog tarzında yazılmış bir roman. Eserin başkahramanı eski bir avukat –sonra cezaevi yargıcı, tövbekâr yargıç- Amsterdam’da barda tanıştığı bir kişiye beş gün boyunca uzun konuşmalar yapar; hayatının iki önemli evresini anlatır. Aslında bu evreleri iki kelimeyle özetlemek mümkün: İlki “yukarıda” olma, ikincisi “düşme”… Nitekim hayatının ilk evresinden söz ederken, sürekli yineler bu yukarıda, egemen, efendi konumda, yüksekte olma hâlini. Meselâ der ki; “Evet, kendimi yüksek konumlardan başka yerde hiçbir zaman rahat hissetmemişimdir. Yaşamın ayrıntılarına kadar, üstte olma gereksinimindeyim.” (s. 22) Doğrusu mesleği de “doruklara olan bu eğilimi”ni (s. 23) doyurmaktadır. Avukattır, hep haklıdan yanadır, ne suçlu ne yargıçtır. Bu sebeple ne suçlanacak, ne yargılayacaktır. Dolayısıyla kendi göğünde, her türlü sorumluluktan, vicdan azabından, kaygıdan azade “yargıdan da yaptırımdan da bağışık olarak bir cennet ışığı” (s. 24) ve ‘huzur’ içinde yaşamaktadır. Zeki, başarılı, iyiliksever, cömert, nazik, mağrur ve kendinden emin!.. Hâsılı; “yaşamla uyuşmam eksiksizdi”, “sözcüğün gerçek anlamında havalarda yüzdüm” (s. 26) diyerek özetliyor hayatının bu evresini. Büyük aldanış!
Ve sonra… “Yiğitliğim elden gitti yel gibi” ya da “Tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş/ ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi” (İsmet Özel). Bir Kasım gecesi, köprüde yürürken bir kadının kendini ırmağa atarak intihar etmesi ve bu olay karşısında kılını dahi kıpırdatmayışı, bir akşam yürürken meçhul bir kahkaha duyması ve sonunda trafikte dayak yemesi… Bütün bunlar, hayatı boyunca yukarıda, kaygısız, sorgusuz yaşayan “havalarda yüzen” kahramanımızın o mağrur, kendinden emin kişiliğini tuzla buz eder. Necip Fazıl’ın “Çile”sinde dediği gibi “Gök devrildi künde üstüne künde”… Düşmüştür, “Şanlı yaşam bitmiş…” (s. 78), ayakları suya ermiştir, hem yargıcın hem suçlunun azabıyla kıvranmaktadır. Hayatla kendisi arasındaki uyum bozulmuş, “çağdaşlarının gülüşüyle hesaplaşmak”, “yanıt vermek, en azından yanıt aramak zorunda kal[mıştır]” (s. 61). Acıyla kıvranır ilkin, kadına ve sefahat âlemlerine sığınarak dindirmek ister acısını…
Camus, düşmenin acısını kabul ediyor, ama asıl vurgulamak istediği; düşüşün insana, kendini ve hayatı sorgulama yolu açması, ona dünyadaki yerini, gücünü/ acizliğini fark ettirmesi. Jean Baptiste de buna uygun olarak önce kendini bir aldanışa kaptırıp “yücelerde uçan”, sonra düşüp acı da olsa gerçeği kavrayan, kendini ve hayatı keşfeden, aynı zamanda muhatabına ayna olan bir kahraman.
Kısaca insana dünyadaki gerçek yerini gösteren, dini, evlilik kurumunu, intiharı, suçu, yargıyı, masumiyeti, dostluğu, aşkı sorgulayan felsefî bir roman “Düşüş”.
Sonuçta demem o ki; hepimiz bir yere geliriz “ama dize gelmiş ve başı eğik olarak” (s. 96)