Bu yazıyı, seçimden bir gün önce yazdım. Sonuçlar ne olur bilmiyorum. Dileğim, ülkemiz ve milletimiz için hayırlı olması.
Geçenlerde Refik Halid’in “Geçmişte Seçimler” başlıklı bir yazısını okudum. Meşrutiyet devrindeki seçimlere ait bir anısını naklediyordu. O devirde seçimler iki aşamada yapılırmış. İlk aşamada halk “müntehib-i sâni”(ikinci seçmen)leri; yani vekilleri seçecekleri seçerlermiş. Karay, Çorum’da sürgündeyken, jandarmaların bazı adamları ite kaka hapse tıktığını görmüş. Hayırdır, ne oluyor, diye sorunca, bir jandarma, yarın ölen vekil yerine seçim var, onun için müntehib-i sânileri hapse koyuyoruz demiş!.. Allah Allah!.. Niye ki?.. Jandarmanın cevabı: “Bizim burada muhalifler var. Müntehib-i sânileri başıboş bırakırsak akıllarını çelerler, intihaba fesat sokarlar, onun için bu gece hapishaneye kapatacağız. Yarın oylarını verince salarız!”…
***
Karay, başka bir olay daha anlatıyor. Yine Meşrutiyet devrinde Gümülcineli İsmail adlı gözüpek bir muhalif varmış. Hükûmet onun kazanmasından pek korkmuş. Engellemek için mensup olduğu sınıfın tümünü askere alma kararı çıkartmışlar!.. Binlerce kişi askere çağrılmış, Gümülcineli İsmail de seçim boyunca Selanik yakınlarındaki bir köprüde nöbet tutmuş!.. Usta yazar diyor ki; “Fransa’da III. Napolyon zamanında hükûmetçe çevrilen türlü seçim fesatları üzerine yazılmış koca kitabı (…) dikkatle taradığım hâlde, bu derece fedakârlığın göze alındığını ve bir pire için bir yorgan yakıldığını gösteren dehşetli misale rastlayamadım.”
Bunlar neyse de bir de dayak faslı var. Karay’ın anlattığına göre Meşrutiyet devrinde İttihat ve Terakki Fırkası aleyhine oy verenlere mim konur, karakola düştüğünde; “Sen değil miydin muhalifler için geçen seçimde rey veren?” deyip bir güzel ıslatılırmış!..
İşte biz böyle bir siyasî kültürden geliyoruz. Bazen sandığı görünce –galiba tulumba sandığı sanıp- tulumbacılık damarımız kabarıyor!..
Herhâlde bu ‘siyasî gelenek’ sebebiyle, edebiyatımızdaki çoğu eserde hâlâ politikacılara ve politikaya olumsuz bakılmakta, güvenilmemekte. Nitekim Samim Kocagöz’ün “Yılan Hikâyesi”nde Recep’in söylediği şu sözler, halkın siyasete ve Ankara’ya bakışını özetliyor:
“ İşin mi yok?.. (…) Beylerin, ağaların kavgasına burnunu sokma… Sonra onlar sarmaş dolaş olurlar da, sen ortalıkta kalır, kötü kişi olursun.” (s. 40)
Şüphesiz böyle bir kanaatin uyanmasında siyasî ahlâktaki zaafların, tutarsızlıkların, ilkesizliklerin ve seviyesizliğin büyük payı var. Nitekim bir ara CHP’de siyaset yapmış Fazıl Ahmet Aykaç bir şiirinde;
“İhtirasın kümesinde her vakit çok kaz öter
Politika bahçesinde zaten bülbül az öter”
diyerek, bizde politikanın ihtirasla olan ilişkisine ve erdemsizliğe işaret eder, ardından da olumsuz politikacı tipini şöyle eleştirir:
“Bazen maval okuyarak, bazen dahi kırk ezan
Hep hamiyyet sikkesini sürmede her kalpazan
Politika oyununda gerçi bazen perdedir
Faziletin kendi fakat bilmiyorum nerdedir”
***
Bizde siyasetin en problemli yönlerinden biri de, politikacıların seviyesiz ve kaba dilidir. Bu üslûp, Faruk Nafiz Çamlıbel’in de dikkatini çekmiş; bir şiirinde şöyle diyor:
“ Lâfı “Bayım”la açıp “Ulan” diye bitirmek
Siyaset âleminde bir nevi destân-ı harb!
Bu terimler gireli seçimler lügatine
Oldu toptan tüfekten dehşetli lisan-ı harb!”
Bir de her seçim döneminde verilen ama gerçekleşmesi mümkün olmayan vaatler var!.. Meselâ Konya’ya deniz getirme vaadi!.. Yusuf Ziya Ortaç durur mu, yazmış:
“Girmez siyasete din ile iman
Konya’da yapılmaz elbette liman
Nutuk çekiyorken dikkat et aman!
Palavra atmaktan kaçılmalıdır!”
Siyaset de siyasîler de partiler de değişir, ama Hakikat değişmez!.. Hakikatle kalınız!