Eğer biz de düşseydik, direnmese, dirilmeseydik şimdi zulüm altında inliyor olurduk. Yüzlerce yıllık cihanşümul bir devlet tecrübemiz ve geleneğimiz olmasaydı, düşerdik. Tam da yıkıldık dediğimiz anda ayağa kalktık; Tarık Buğra’nın “Firavun İmanı”nda Hüseyin Avni’nin “Asıl savaş galiba savaştan sonra başlayacak.” dediği üzere aramızda çatışmak pahasına. Atatürk’ün Halide Edip’e söylediği “Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz.” sözü gerçekleşti. Cumhuriyet kolay kurulmadı. Kemal Tahir’in “Kurt Kanunu”, “Yol Ayrımı”, Tarık Buğra’nın “Firavun İmanı” bu zor sürecin hikâyesini anlatır. Lâkin zamanla sular duruldu, Türkiye cumhuriyeti eksiklerine ve yaşadığı onca badireye rağmen Birinci Dünya Savaşı’nın büyük krizini atlattı, cumhuriyetle geçmesi gereken dar ve tehlikeli geçitten geçti, dirildi, büyüyor.
Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında, herhalde o dönemi bir daha hatırlamak, ayrıca günümüze nasıl geldiğimizi kavramak için Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” romanını bir daha okudum. Yazar, bu eserinde mütareke dönemi İstanbul’unu ve İstanbul’daki vatanseverlerin Milli Mücadele’ye verdikleri büyük desteği, bundan dolayı uğradıkları baskı ve işkenceleri anlatır.
Hiçbir savaş, kahramanlık menkıbelerinden ibaret değildir… Her savaşın bir de kirli yüzü var; düşmanla iş birliği yapanlar, fuhuş, yoksulluk vb. Kemal Tahir’in en belirgin vasıflarından biri bu: Asla ‘hamaset’ yapmaması, devrin ruhunu olumlu-olumsuz yönleriyle yansıtması. “Esir Şehrin İnsanları”nda da sürdürüyor bu tavrını; roman kahramanı Kamil Beyin eniştesi, halası ve kızları Sabriye Hanım vasıtasıyla savaşın kirli yüzünü yansıtıyor. İşgalci İngilizlerle bir çıkar ilişkisine giren bu zengin ve ahlâksız zümreye karşılık, Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki fakir ve mütevekkil halk, dayanışması, gizlice örgütlenmesiyle cumhuriyetin asıl temellerini atan zümredir. Kemal Tahir, İstanbul’un kenar semtlerinde atan bu kalbi görmüştür. Nitekim Kamil Beyin uyanışının Üsküdar Bağlarbaşı’nda anneannesinden kalan bir harap köşkte başlaması bu bakımdan sembolik bir mana taşır. Ve bence romandaki asıl ateşleyici güç, başından büyük bir bela geçtikten ve intihar girişimlerinde bulunduktan sonra bir Kadiri dervişi olan Fuat Mahir’dir. Savaş yıllarında ülkesine beş parasız ve çaresiz dönen Kamil Bey’i hem gafletten hem ataletten onun sufi nefesi kurtarır. Böylece Kemal Tahir, Fuat Mahir, Dülger Cemil, bahçıvan Lüleci Zülfi ve mahalle sakinleri ile Milli Mücadele’nin arkasındaki o ruhu, o gayreti yakalar. Milli Mücadelenin asıl tohumları Kemal Tahir’in şu cümlelerde anlattığı kahvehanelerden çıkmıştır. Şöyle der:
“Kâmil Bey’i edeple, sevgiyle karşıladılar. İmam Efendi ile binbaşı emeklisi Hasan Bey’in, Cemil Usta’nın oturdukları köşeye buyur ettiler. (…) Köşenin gedikli müşterilerinden birisi bile orada olsa, mahallenin delikanlıları, esnafı, tavla pullarını, dominoları fazla şakırdatmazlar, iskambil kağıtlarını şaklatmazlar, yüksek sesle küfretmezler, üst üste kahkahayla gülmezler, öfkelerine sahip olurlar, edepli mektepli çocukları gibi davranırlardı.” (s. 80)
Okur burada İstanbul’un öbür yanında -Üsküdar’da Milli Mücadele’nin ruhunu görür, Nermin’in halasının Nişantaşı’ndaki konağında ise düşmanla sarmaş dolaş olmuş kirli bir yüz vardır.
Sonra uzun, çileli bir yol… Kamil Bey’in Kuva-yı Milliye’ye yardım eden örgüte katılması. Milli şuurdan bihaber bir aydının uyanışı, karşılaştığı baskılar, hapis, işkence, ailenin dağılışı.
Gazze bombalanırken, Kamil Bey’le idim. Tüm yoksulluğuna rağmen İngiliz komutanının şantajlarına boyun eğmeyip Musul-Kerkük’teki arazilerini satmayan Kamil Bey’le, bir de o çaresizlik içinde nurlu yüzüyle harabeyi bir gül bahçesine döndüren Kadiri dervişi Fuat Mahir’le.
İşte ben bu cumhuriyetin çocuğuyum...