İnsanı hayatta genelde iki temel şey yönlendirir. İlki, hipotetik, yani şarta bağlı emirlerdir. Doğa yasaları böyledir; ateşi söndürmek için şöyle yapılmalıdır gibi… Doğanın kanunu, insanı o şarta bağlı olarak davranmaya yöneltir. Oysa aklın kategorik emirleri -kategorik imperatif- hiçbir şarta tâbi olmaz, olmamalıdır. Ahlâki emirler, kategorik emirlerdir. Bir iyilik, öyle yapılması gerektiği için öyle yapılır, gerekçesi yoktur; “gerekir, çünkü gerekir”… Örneğin Tanrı’ya Cennet’e girme şartı ya da beklentisiyle iman etmeyiz, vardır, mutlaktır, onun için inanırız. Bir eylemin/ davranışın ahlakî olması için niyetin, bir şarta, bir çıkara ya da beklentiye bağlı olmaması gerek, kısaca iyilik bir ödev değil teslimiyettir.
Şimdi bir soru! İnsanın iradesine ipotek koymak, onu bir seçime zorlamak ya da tâbi kılmak mümkün mü? Mümkün elbette… Örneğin yardım, temelde bir ahlakî davranıştır, ama bir şarta ya da beklentiye bağlı olarak yapılırsa bu bir iyilik olmadığı gibi muhatabın iradesine ipotek koyma amacı taşır. Böylece kendisine yardım edilen kişi, hürriyetini, kişiliğini, bağımsızlığını, eleştirel tavrını yitirir. Artık bir özne değil, yardım edenin nesnesidir. Bu durumda yardım -sadaka- iyilik değil de bir tâbi kılma aracı olur. Böylesi bir yardım, Paulo Freire’in “Eleştirel Bilinç İçin Eğitim” kitabında dediği gibi alana serbest düşünme ve seçme imkanı tanımadığı, eleştirel tepkiyi uysallaştırdığı için “kötücül bir yöntem’e dönüşür ve en büyük tehlikesi muhataba“sessizliği ve edilgenliği” Yahya Kemal’in deyişiyle ‘uslu ve uysal bende’ olmayı telkin etmesidir. Bu tür bir yardım, sömürgeciliğin kılık değiştirmiş yöntemidir ve günümüzde iktidarların süper güçlerin halkı eleştirel tavırdan uzak tutmak, dolayısıyla egemenliklerini sürdürmek için izledikleri yollardan biridir.
Onun için asıl ahlakî olan bir beklenti, bir şart, bir çıkar karşılığı yapılan değildir, ameller niyetlere göredir, yardımseverlik de böyledir. Nitekim Kuran-ı Kerim’de “Bakara Suresi” 264. âyette “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe iman etmediği hâlde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın.” buyurulur.
Bütün bu bilgilerden sonra birtakım toplumlarda eleştirel şuurun neden gelişemediğini, adaletsizlik veya haksızlıklar karşısında neden ses çıkarılmadığını, neden dünya çapında entelektüel ve sanatçı yetiştirilemediğini anlıyorum. Halk, bu tür toplumlarda eleştirel düşünme tarzından uzakta, susarak yaşamayı -kimileri de Sükûtî Mehmet Paşa gibi yükselmeyi- kabul ediyor…
Oysa eleştirel tavır, bir toplumda/ ülkede asayişi, gelişmeyi, ilerlemeyi sağlayan bir ‘inzibat’ görevi görür. Eleştirinin olmadığı bir toplumda bilim de, sanat da, ahlâk da gelişmez…