Çağdaş Türk edebiyatının ana temlerinden biri Kafka, Camus, Sartre gibi yazarlardan mülhem bunalım ve başkaldırıdır. Bu tema, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay gibi yazarlarca kuvvetle işlendi. Özellikle Atay’ın romanları, edebiyatımıza bir ‘bunalım temi’ ve ‘tutunamayan insan’ tipi hediye etti. Ve genç yazarlarımızın çoğu bu ‘bunalım’ ve ‘isyan’ edebiyatına öykündüler. Buna Bukowski’den mülhem bir ‘yer altı edebiyatı’ eklendi. Oysa Batı kaynaklı bu ‘bunalım edebiyatı’ ve ‘başkaldıran insan tipi’ bize özgü değil!.. Ama bize özgü bir isyan ve itaat edebiyatı var.
Önce şunu soralım: Müslüman-Şark, sorgulamayan, eleştirmeyen her şeye kolayca itaat eden, boynu bükük bir toplum mu? Bizde bir itaat ve isyan ahlâkı yok mu? Elbette var!.. Çünkü İslâm neye itaat edileceğini, neye karşı çıkılacağını açıkça bildirmiştir. Örneğin Nahl Sûresi 52. âyette “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İtâat de daima O’na olmalıdır. Öyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”, Furkan Sûresi, 52. âyette “kafirlere itâat edilmez.”, Kalem Sûresi 10. âyette; “… kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” buyrulur. “Sizden bir kimse münkeri, kötülüğü gördüğü zaman, onu eliyle defetsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onu defetmeye çalışsın. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona, o çirkin işe buğz etsin. İmanın en zayıf mertebesi budur.” hadisi de bu itaat ve isyan ahlâkını ifade eder.
Nurettin Topçu’nun deyişiyle bizde isyan; “insanı beşeri kanunların kuşatmasından, sınırlamalarından kurtararak ulûhiyete (Hakk’a) götürecek olan hamle”dir. Divan edebiyatında bu manada isyan ve itaat ahlâkını içeren pek çok şiir var. Bunun en güzel örneklerinden biri Baki’nin şu beyitle başlayan gazelidir:
Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdumuz
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdumuz
Bâki, bu beyitte özetle, itaat yalnız Allah’a, kaza ve kaderin hükmünedir, bu hükme karşı çıkılmaz, der. Aynı gazelde, Müslüman’ın nelere baş eğmemesi gerektiğini de sayar. Örneğin; Baş egmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün dizesinde “edâni”ye (alçaklara) ve “dünyâ-yı dûn”a (alçak dünyaya) boyun eğilmez. Sonraki beyitte Biz müttekâ-yi zer-keş-i câha dayanmazuz, dizesinde saltanatın/gücün altın işlemeli âsâsına; yani makama, iktidara dayanılmaması gerektiği belirtilir.
Bâkî gider endîşe-i dünyâyı gönülden
Değmez bu kadar rağbete bu menzil-i fânî
beytinde ise Müslüman’ın boyun eğmemesi ve rağbet etmemesi gereken şeylerin ‘endişe-i dünya’(dünya kaygısı) ve ‘fâni menzil’ olduğu söylenir. Çünkü dünya ve makam kaygısı, insanı köleleştirir, hakikat ve adaletten uzaklaştırır. İslâm edebiyatının ‘başkaldıran insan tipi’ ‘dünya kaygısı’na, ‘alçaklar’a ve ‘alçak dünya’ya, makama, güce boyun eğmeyen, yalnız Hakk’a itaat eden kişidir. Gregor Samsa’nın isyanı da insanı robotlaştıran bu ‘dünya kaygısı’na idi; ama eksikti. Ya biz? Biz, geleneğimizdeki itaat ve isyan ahlâkından koptuk, o nedenle bizde eleştiri yok, hakiki manada bir muhalif edebiyat yok!.. Şimdi, edebiyatımızda şu beyitteki gibi zarif, ama kalenderce bir başkaldırı var mı:
Baş egmezem terâşa cihân berber olsa da
Çalsın başına pîr-i felek mülk-i Berberî
(Cihan, berber olsa, yine de tıraş olmak için dünyaya baş eğmem. Feleğin ustası, Berberîlerin mülkünü başına çalsın, bana lâzım değil)
Nesimî’yle bitirelim: “Bir acâib derde düştüm herkes gider kârına/ Bugün buldum bugün yerim Hak kerimdir yarına/ Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın vârına/ Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem”
Bâki de Nesimî gibi “Minnet Huda’ya devlet-i dünya fenâ bulur” diyordu.
İşte bizim ‘başkaldırı edebiyatımız’ budur...