Tanzimat sonrası Türk edebiyatındaki en önemli değişim, süreli yayınlarla beraber, edebî dergilerin çevresinde birtakım “edebî cemaatler”in oluşmasıdır. Bu durum, edebiyat dünyasında, siyasî ve poetik fikir farklılıkları sebebiyle bazı ayrışmalar da doğurdu. Meselâ bunlardan biri, Muallim Naci ile R. Mahmut Ekrem’in “eski-yeni” kavgası sonucu “Servet-i Fünûn” dergisinde toplanan “Servet-i Fünûn edebî cemaati”ydi… Fikret, tabiri caizse, mahfilin “edebî şeyhi”ydi, diğerleri de müritler… Bu tür bir toplaşma, belki sosyolojik bir vakıadır ama, ‘modern sanat” anlayışına uymaz! Çünkü “cemaatleşme” edebiyatı anonimleşmeye zorlar; hatta bir süre sonra “koro” düzenine sokar. Servet-i Fünûn’da da öyle olmuştur. Çoğu şair, koro şefi Tevfik Fikret’in yönetiminde dil, söylem ve tema itibarıyla âdeta aynı şiiri çoğaltmış, Ece Ayhan’ın deyişiyle “Melankolya Çiçeği”ni hep beraber sulamışlardır. Bu tür bir edebî cemaatte aykırı bir sese, içeriden gelecek ufak bir özeleştiriye dahi tahammül edilmez. Ali Ekrem’in başına gelenleri hatırlayın! “Şiirimiz” başlıklı bir otokritik yazıp dergide yayımlatmaya kalkışınca, başına, ‘orkestra şefi” Fikret’in sopası inivermişti… Fikret’in dergâhı, ölümünden sonra da boş kalmadı, Âkif-Fikret ihtilafından tekkedeki seküler müritler epey çorba içti… Edebî dergâhta usül böyle!.. İlhan Berk’in bir söyleşisini hatırladım. Diyordu ki; her şair bahçesini kendi hazırlar, çitle çevirip oraya oturur… “Onun bahçesine girip de yerleşmeyi düşünmek olacak şey değildir.” (Kanatlı At, s. 104). Aklıma Necip Fazıl’ın hazır bahçesine kurulanlar geldi!
***
Böyle, cemaat/koro hâlinde hareket etme, edebî camiada “iktidar” olmak isteyenlere bir avantaj sağlar belki ama, gerçek edebiyatta esameleri okunmaz! Çünkü şairin sesi ‘koro’ tarafından bastırılır; tabiri caizse kendi sesini, kişiliğini bulamaz, hatta giderek ‘sahibinin sesi’ne dönüşür. Oysa Cemal Süreya, “Folklor Şiire Düşman” yazısında; “Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. (…) bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor.” der. İlhan Berk de genç şairleri bu konuda; “Genç şairler yazılan şiirin dışına atamıyorlar kendilerini. (…) Seslerini koroya göre ayarlıyorlar.” (Kanatlı At, s. 49) diyerek uyarmıştı. Çünkü “… bir şiiri şiir eden (…) onun kişiliğinden ayrı olmayan özel perspektifidir.” (Cemal Süreya, Toplu Yazılar I, s. 217). Ama “edebî cemaat”ler, bu “özel perspektif”i silip, kendi “genel perspektif”lerini dayatırlar. Berk bu sebeple “Galile Denizi”nden önce dahil olduğu “Nazım Hikmet koro”sundan; “Gerçekten şiir bir araç olarak kullanılıyordu. Ve ben böylelikle oradan kurtuldum. (…) Demek ki o toplumsal baskıdan hem de bu koro hâlindeki şiir söyleyişinden gına geldiğini hissetmiştim.” (Kanatlı At, s. 156) diyerek çıkmış ve Hüsamettin Bozok’a göre kendini kurtarmıştı (Kanatlı At, s. 90).
İkincisi, bu tür bir cemaat/koro, eleştiriye asla tahammül edemez, cemaatin sembolik değerleri olan üstatların eserlerinin eleştirel bir gözle değerlendirilmesinden hoşlanmaz, ama meselâ “Âkif’in paltosu” gibi hikâyelerle mest olur ve koroya katılanları da ‘örgütlenmiş bir sorumsuzluk’ içinde ‘gülelim oynayalım kam alalım dünyadan” mısraının önerdiği ‘rahatlık’la uyuşturur. Oysa rahat, şiiri öldürür, şiirin menbaı rahatsızlıktır, yaşamasını da ona borçludur.
***
Hâsılı, Necip Fazıl da, Sezai Karakoç da, İsmet Özel de hiçbir ‘koro’ya dahil olmadı, Cahit Zarifoğlu, “ayrıksı”lığı sayesinde şiirimizde bir ses ve iz bıraktı… Ama ben nice şair bilirim “koro”da sesi boğulan veya tersine “edebî şef”in eteğine sarılıp büyüyen… Cins şair, “kimsenin çeşmesinin yalağı olmaz.” Ece Ayhan’ın şu sözünü yazının sonuna iğneleyim de “cemaat” görsün: “Toplu çekilmiş fotoğrafları sevmiyorum…” (Dip Yazılar, s. 132)