Cemil Meriç, “Sosyoloji Notları”nda (bkz. “Şiir ve Nesir”), “Türk intelijansiyası önce saraya yaltaklandı, sonra devlete.” der. Kanaatimce bizde entelektüel ve sanatkâr kıtlığının sebeplerinden biri budur! Çünkü sanat ve devlet, araçları, işleyişleri ve amaçları itibarıyla birbirlerinden oldukça farklıdır. Devlet, her şeyden önce, gücünü ve sosyal nizamı korumayı ve sürdürmeyi amaçlar. Bunu kanunlar ve kolluk kuvvetleriyle, “icbar” ederek yapar. Oysa sanat ve tefekkür, icbar ile değil aşkla yapılır. Ayrıca devlet, “vatandaş” kavramıyla insanları bir kalıp içine sokmak, “koro” hâlinde görmek eğilimindedir. Âkif’in “Toplu vurdukça yürekler…” mısraına böyle bakmak da mümkün. İyi de yürekler “toplu vurabilir”; yani tahayyül, tahassüs ve tefekkür; dolayısıyla sanatsal ve fikrî etkinlikler, bir kalıba sokulabilir mi? Elbette hayır! Ama “devlet baba”, “bekâ”sı ve sosyal nizamın yürümesi için “vatandaş”tan bunu bekler. Hatta ideolojik aygıtlarıyla sanata ve fikre müdahil olmak ister. Meselâ, kendine tehdit olarak gördüğü eserleri ders kitaplarına almaz. Cemal Süreya’nın “Dikkat Okul Var” şiirindeki şu mısralar, aslında bir tehdit olarak görüldüğü için “siteden kovulan” tüm şairlerin ortak şikâyetini ve devletle sanat arasındaki ezelî çatışmayı dile getirir:
“Bütün çocuklar anlar da
Okul kitaplarına girmez benim şiirim”
Sonra, devletin ideolojik aygıtını simgeleyen bir tabela: “Dikkat okul var!” Bu tabela görüldü mü, şiir biter artık:
“Bu şiir burda biter
Dikkat okul var!”
Bence bu mısralar, devletin “buyurgan” metoduyla, şiirin asla yan yana gelemeyeceğine işaret ediyor. Çatışma da buradan kaynaklanıyor zaten. Şairin “Şiir Anayasaya Aykırıdır” demesi boşuna değil!..
***
Hâsılı, fermanla sanat yapılmaz. Bunu, Mimar Sinan’la Kanûnî arasında geçtiği rivayet edilen şu olayda görüyoruz: Sultan, Süleymaniye Cami’nin bir an önce bitirilmesini ister; çünkü devlettir, eserin emirle bitirileceği kanaatindedir. Koca Sinan, “Ortada dört ve çatık kaş” düşünüp durur… Saatler sonra; “Sultanım, külliye bitti, Mektebi ve Dârüşşifa’yı tamamladım!..” der. Oysa ortada bir şey yoktur; ama eseri muhayyilesinde bitirmiştir! Bu olay gösteriyor ki, sanat, fermanla yapılmıyor; emir, muhayyileyi, zihni, sanatsal/fikrî etkinliği harekete geçiremiyor… Ama bunu “sırt hamalları”nın anlaması zor! (bkz. Ece Ayhan, “Olamaz” şiiri).
İkinci örnek, Nahid Sırrı Örik’in “Şair Necmi Efendi’nin Bahar Kasidesi” adlı hikâyesinden. Necmi Efendi, fakir bir şairdir, ailece zor günler geçirmektedirler. Eşi Gülfam Hanım, kocasını, yeni atanan sadrazama bir kaside sunup caize alması için ha bire zorlar. Şair, çaresiz yazar, ama kötü bir şiirdir bu! Gülfam Hanım, para için “icbar”la bir kaside daha yazmaya zorlar kocasını. Ama bahar gelmiştir. Şairin aklı baharda, çemenzârda, sabahlara kadar yazar durur… Gülfam Hanım, memnun, kocasının bu şiirle “iltifata mazhar olacağını” umuyor!.. Ama bir sabah masadaki kâğıtlara bakıp, bunun sadrazama değil de bahara yazılmış bir kaside olduğunu görünce, kocasına hiddetle çıkışır. Heyhat! Zavallı şair ölmüştür; ama sadrazama değil bahara kaside yazmış; yani güce değil, güzele tâbi olmuştur!..
***
Netice: Bazıları, devlet sanata/kültüre önem vermiyor derken, ne demek istiyor, “caize” mi bekliyor? Elde torba, kapı kapı dolaşan “goygoycu”dan sanatkâr mı olur? Bize evvelâ, Mimar Sinan ve Necmi Efendi gibi, sadece hakikate ve güzele tâbi olan sanatkâr ve entelektüel lâzım! Tersini iddia ediyorum; “Marifet/sanat, iltifata/devlete tâbi değildir”, “İltifat, marifete tâbidir”!.. Peki, sanat hiçbir şeye tâbi değil mi? Kim demiş!..
“Gülfam Hanımlara” arz olunur!..