Bir imge avcısıdır o. Anadolu’dan metropole düşmüş bir Karacaoğlan, elinde sazı yok. Çağının türküsünü söyler. Dizelerinin diplerinde büyük bir acı, kendini ele vermeyen koyu bir keder tortusu var. “Şarkısı Beyaz”dır güya. Ama gerçekte “esaslı kederler içinde”dir. “Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim” şiirinde söylediği gibi “Bir kan halkasından geç[er]../ Boğazı[n]dan dökülen sevda sözleri” “İçlenmek zanaatında” ustadır, çünkü canıyla beslemiştir hüznün kuşlarını. Ama daima kasketini eğmiştir acılarının üstüne. Humourla örter onları, ustalıkla gizler ve bazen gülücüklerle çıkar okurlarının karşısına. Aslında her şair gibi o da bir kaza okuna dûçar olmuştur. “Göçebe Şiiri”nde dediği gibi “Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil”:
“Ey şiir arayıcısı ey esrik kişi
Şu son dönemecini de aşınca gecenin
Doğacak gün artık gündüze ilişkin değil
Bu ağartı ancak yürekle karşılanabilir” (Sevda Sözleri, s. 64)
Üstelik yüzü “giyotine abone”.
Nereden mi gelir sesi? Uzaklardan; “süt dişleriyle Türkçe’nin göğ ekinini biçen” Yunus’tan meselâ ya da “Bir buğday yüzlü zülfü dolaşığın özlemiyle” diyar diyar dolaşan Karacaoğlan’dan, Pir Sultan’dan… Gül, Divan şiirindeki o nazenin sevgili, bir rüzgârın önünde uçarak onun aşk masasına da düşer. Güldür ama eski gül değil! “Her nasılsa sokağa düşmüş”tür. Büyük bir acıyla ve istekle sarılır ona, “Gülün tam ortasında” ağlar. İstanbul’un orta yeri sinemadır ya Orhan Veli’nin kavlince!.. Hayır hayır Cemal Süreya’nın şiirinde İstanbul bir güldür, ortasında Cemal Süreya ağlar.
Boğaz’ın derinliklerinde kendine bir ‘hayal şehir’ kurmuştur. “İstanbullar kadınlar deniz yıldızları/ Hepsi hepsi…” oradadır… En çok da aşk vardır bu şehirde. Güzellerin peşinde, uçarı ve çapkın; “Ama kadınlar, Tanrım/ Öyle sevdim ki onları” dediği gibi. Belki de acısını dindirmek için sürekli kadınlara kaçar; Güzinlere, Hamza’nın karısı Leylalara, Süheylalara, Meryemlere… Özellikle ilk şiir kitabı Üvercinka’daki şiirlerinin ana figürü kadındır. “Türkü” adlı şiirinde bunun ipucunu veriyor. Diyor ki; “Bir sürü çiçek ama saydırmaya kalkma/ Ayrı ayrı kadınlardan koparılmış”. “Önceleyin”, “Güzelleme”, “Aşk”, “İngiliz”, “Cıgarayı Attım Denize”, “Türkü”, “Elma” gibi şiirlerinde kadın ve cinsellik hep ana tema.
Kanaatimce Cemal Süreya, Türk edebiyatında yeni bir aşk şiiri yazmış, yeni bir sevgili tipi yaratmıştır. Bu, sınırları olmayan –ki örneğin “Kars” şiirinde “Anla ki her durakta/ Yok sınırları aşkın” der- ve cinsellikle iç içe olan bir aşk şiiridir, ama kaba bir cinsellik değil. Şiirlerini –özellikle ilk kitabındaki- kadına ve cinselliğe dair imgelerle örer. “Yeni sözler buldum bir nice seni görmeyeli/ daha geniş bir gökyüzünde soluk aldıracak şiire” dediği üzere aşkı yeni bir dil ve yeni imgelerle yeniden inşa eder. Kanaatimce şiirinin asıl özgünlüğü de aşka, kadına ve cinselliğe dair bulduğu o yeni dil ve imgelerdir. Söz, dilin ve dünyanın sınırlarını aşarsa şiir olur. Süreya bu sınırları aştı. Zaten kendisi de “Uçurumda Açan”da “Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir” diyordu.
“Sıcak Nal”da bir dizesi var, çok severim. Şöyle: “Kirlidir şiir; ve söz, atılmazsa zehirdir” Tüm şairler gibi o da zehre dönüşmesin diye içindekini attı dışarı. Aşkın uçlarında dolaştı, özgün ve alışılmamış imgeler yarattı. Günlüklerindeki “Halk türkülerini ve alaturka şarkıları hiç sevmeyen şair olamaz.” cümlesini önemli buluyorum. “Var” şiirinde “Hayatım karışık çantam gibi” der. Doğrudur. Karışık olsa da, çantasından güzel şiirler çıktı.
“Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu”
Denize attığı cıgara hâlâ yanıyor…