Latince bir özdeyiş var; “de omnibüs dubitandum”, her şeyden kuşkulan, demek. İlkin Ece Ayhan’da, sonra da galiba C. Meriç’te rastlamıştım. Marks’ın da en sevdiği sözmüş! Doğrusu, Türk düşüncesinde “Her şeyden kuşkulan” sözüne uygun bir “aydın” pek yoktur. Ama meselâ, Cemil Meriç’te, İsmet Özel’de, -Ahmet Hamdi ve Ece Ayhan’da kısmen- bir de özellikle tarih konusunda Kemal Tahir’de böyle bir entelektüel tavra rastladığımı söyleyebilirim. “Kuşku”, bu isimlerin en bariz ortak vasfıydı; ama aynı zamanda büyük bir ıstırabın da sebebiydi. Çünkü söz konusu “entelektüel kuşku”, insanı ister istemez, egemen, dayatılan, verili bilgi; hatta alışılmış mantıkla karşı karşıya getirir. Bu ise, daha baştan, tehlikeli bir savaşa atılmak; hatta “marijinal” sayılıp ötelenmek ve yalnızlaş[tırıl]mak demek. Bir de bu “kuşku”nun getirdiği bir yük ve “daimî huzursuzluk” var!. Evet, ismini andığım aydınların hepsinde gördüm bu derin huzursuzluğu… Ama düşünüyorum da, Müslüman Şark, nedense bu “entelektüel kuşku”ya ve bu kuşkuya bitişik “ontolojik huzursuzluk”a genelde kayıtsız kaldı; hatta denebilir ki, uzun süre “mesnevî ve pilav medeniyeti”nin huzuru ve rehaveti içinde yaşadı… Belki de, Yahya Kemal’deki o geniş “rahatlık”ın; -tarihe çok rahat bakıyordu bence- kökeninde de bu vardır… Uzatmayayım; mesnevi okuyup pilav yiyen Osmanlı aydınının huzuru, Batı’nın üstünlüğüyle bozuldu. Meselâ Şinasi’nin “Münacât”ında, rahatı kaçan bir Osmanlı burjuva aydınının acemi soruları da vardır; acemice ama ahaliyi rahatsız eden bir “vızıltı”ydı neticede. Meselâ diyordu ki; “Vahdet-i zatına aklımca şehâdet lâzım”… Sırası mıydı şimdi bunun? İşte bu soru, sıcak minderinde mesnevi okuyup pilav kaşıklayan geleneksel Osmanlı aydınını yerinden hoplattı… Ama yine de o dönemde bu sorudan geri adım atılabilirdi. Nitekim Şinasi, “Ne dedim tövbeler olsun bu da bir fi’l-i şerdir” diyerek, geleneksel huzur dairesine döndü. Ziya Paşa’da da vardır aynı tavır. Meselâ der ki;
“Kıl sanat-ı Üstad’ı tahayyürle temâşâ
Dem urma eğer ârif isen çûn ü çirâdan”
***
Özetle, Allah’ın varlığı ve birliği söz konusu olduğunda, müminden beklenen davranış, Tanrı’nın sanatını hayranlıkla seyretmek, neden ve niçin böyle vb. sorular sormamaktır. Neticede, geleneksel ulemâ bu konuda, geleneğin emin dairesine çekilmekten başka bir çare bulamaz ve Ziya Paşa’nın şu mısralarda söylediğini tekrar eder:
“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zira bu terâzu o kadar sıkleti çekmez.”
Ben de samimiyetle bu terazinin o sıkleti çekmeyeceğine inanıyorum… Ama bu tavrın yanlış yorumlanıp tüm hayata, eşyaya, tabiata, sanata, tarihe, iktisada, tıbba vs. yayılarak, bizi soru sormaktan alıkoymasına ve “rehavet”e sürüklemesine de karşıyım. Yani Müslüman aydın, eşyaya, tabiata, tarihe ve siyasete kuşkuyla bakabilmeli, huzursuz olmalı ve artık hayatını, geleneğin sıcak minderinde bağdaş kurup mesnevi ve pilavla sürdüremeyeceğini bilmeli…
***
Ha bu arada şunu da söyleyeyim. Bahsettiğim rehavet, bizim çağdaş (!) mahallede de var; onlar da maalesef seküler mesneviler okuyup pilav yiyor, “müptezellik”i marijinallik sanıyorlar. Bahsettiğim “entelektüel huzursuzluğun ve kuşku”nun Emrah Serbes’in “Müptezeller”iyle de hiç ilgisi yok!..
Tüm bunlar, Kemal Tahir’le ilgili bir yazı yazmaya çalışırken aklıma geldi. O da her şeyden; ama en çok da tarihten kuşkulanmıştı. Kuşkularıyla kuşkularımı besledi, kendisine müteşekkirim.
Şimdi sorayım: Günümüzde Müslüman bir entelektüel, bir şair, yazar var mı, rahatını, huzurunu bozup, meselâ tarihi sorgulayacak, verili tarihe karşı çıkıp tersten okuma yapacak? Tanpınar’ın, Cemil Meriç’in, İsmet Özel’in “huzursuzluğu”na, Kemal Tahir’in kabadayılığına kim talip?