Das Leben der Anderen”, 2006 yapımı bir Alman filmi. Türkçe’ye “Başkalarının Hayatı” diye çevrilmiş.
Etkileyici bir film. Yıl 1984, yer Doğu Almanya. Otoriter bir devletle sanat arasındaki çatışma filmin ana teması.
Öncelikle şunu belirteyim, devletle sanat, doğaları gereği eninde sonunda karşı karşıya gelirler. Çünkü devlet, rejim ne olursa olsun, esas itibarıyla bekasını gözetir, sınırlayıcı ve cebrîdir, toplumsal düzeni sağlamak için yasalara ve kolluk kuvvetlerine ihtiyaç duyar, kontrol etme ve egemen olma asli özelliklerindendir. “Das der Anderen”deki de oldukça otoriter bir devlet. Doğu Alman istihbaratı Stasi görevlileri Yüzbaşı Gerd Wiesler, Prof. Anton Grubitz ve Kültür Bakanı Bruno Hempf, filmde otoriter, baskıcı, egemen devleti temsil ediyor, devletin iktidarını zayıflatacağı endişesiyle sanatçıları, yazarları izliyorlar.
Çatışmanın diğer ucunda ise sanat/ sanatçılar var. Bu bağlamda yazar George Dreymann, tiyatro oyuncusu, sevgilisi Christa ve Paul Hauser sanatı temsil ediyor. Sanat, bir ruha benzer, kayıt altına alınamaz, tahayyül ve tefekkür gücüyle sınırları aşar, işte bu noktada genelde devletin koyduğu kurallarla karşı karşıya gelir. Çünkü vicdani bir etkinliktir. Baskı, haksızlık, adaletsizlik karşısında sanatçının iç sesi harekete geçer. Susturulduğunda çatışır, hatta filmde Crista ve Jerska’da olduğu gibi yine bir ‘ses’ olmak üzere kendini imhayı/ intiharı seçebilir.
Burada yeri gelmişken şunu belirteyim: Devlet, temelde maddi bir yapıdır, hukuk da öyle… Ama sadece maddi bir yapı değildir, devletin bir de ruhu, metafizik tarafı var ve metafizik yönünü oluşturan önemli unsurlardan biri de sanat!.. Bu yapıda fiziksel güç/ beden, metafiziği/ ruhu kendine tâbi kılmak istediğinde toplumsal düzende hastalık baş gösteriyor. Oysa akıl/kılıç ya da kanun, kalple uyum içinde olmalıdır. Filmde Prof. Anton Grubitz ve Kültür Bakanı Bruno Hempf, metafiziksiz, ruhsuz bir devlet yapısının temsilcileridir, aşksız ve merhametsiz!
“Das Leben der Anderen”de filmin başkahramanı yazar Dreymann’ın Lenin’den naklettiği müthiş bir cümle geçer. Şöyleydi: “Beethoven’ın Appassionanata’sını dinlemeye devam edersem devrimi tamamlayamam.” Aslında bu cümle, tüm filmi özetliyor; hem sanatla devlet düzeni arasındaki farkı hem de sanatın ne kadar güçlü olduğunu ifade ediyor. Sanatın temas ettiği maddeyi eritme, kabuğu kırma gibi bir özelliği var. Lenin’in dediği doğru, Beethoven’ın müziği hiçbir devrimin kabuğuna, kuralına, yasasına sığmaz. Nitekim sanat, bir şekilde, sanatı/ sanatçıyı gözetleyen Stasi görevlisi istihbaratçı Wiesler’e dokunduğundaiç ses harekete geçer, merhamet ve adalet duygusu devletin yasa ve kurallarının üstüne çıkar. O hâlde şöyle diyebiliriz: Wiesler, filmde âdeta Beethoven’ın Appassionata’sını dinleyip devrimin yolundan çıkan insanı temsil eder.
Ve sonra… Sanat coşkun akan bir ırmak gibidir, engel tanımaz. Berlin duvarı yıkılır, tüm duvarlar gibi!.. İstihbarat görevlisi Wiesler’in içindeki devlet duvarı da yıkılmadı mı? Ve beden ruhuna kavuşmadı mı?.. Ona verilen en güzel hediyedir filmin sonunda kendisine ithaf edilen roman: “İyi Bir İnsan İçin Sonat”
Demem o ki Beethoven’ın sonatının kulaklara değmediği bir yerde devlet olmaz, insan devletinden bahsediyorum. Bizde de meselâ Yunus var; onsuz devlet olur mu?..
Din de sanat da bir toplumun metafizik kaynaklarıdır. Bu kaynakları kurutur, susturursanız ‘devlet’ olamazsınız… “Das Leben der Anderen”, toplumun ruhsal kaynaklarını baltalayan vahşi, otoriter bir devletle sanat arasındaki çatışmayı anlatıyor, şiirsiz bir devleti…