Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920’de kapadı dünyaya gözlerini. 36 yıllık ömrüne sıkıştırdığı büyük bir hikâye külliyatı, gazete ve dergilerde yayımladığı yüzlerce yazı, çeşitli risaleler, şiirler, günlükler…
En önemli yanı hikâyeciliğidir elbette. Hikâyelerinde dikkati çeken ilk özellik, bence ‘düzen’. Birbirine neden-sonuç ilişkisi itibarıyla sıkıca bağlı, genelde ardıl ve düzenli akan olay halkalarından oluşan sıkı bir örgü. Örneğin Sait Faik’in hikâyelerindeki serazatlık yoktur onun hikâyelerinde. Belki de asker olmasından kaynaklanıyor; hikâyenin, başını alıp –Sait Faik’te böyledir, hikâye yazarın kontrolünden çıkar, başını alıp gider- bir yerlere gitmesine izin vermiyor. Olayları, karakterleri, kısaca hikâyenin akışını mutlaka hizaya sokuyor ve belli bir ‘son’a sevk ediyor. Üstelik bunlar, alelâde sonlar değil. Şöyle; hikâye boyunca gerilimi derece derece artırıyor ve sona geldiğinde, beklenmedik bir jestle okuyucuyu sarsıyor. Bu nedenle hikâyelerinin en çarpıcı, en etkileyici kısımlarından biri, o büyük jestlerin sahnelendiği sonlar. Bunu çok bariz biçimde tarihi-kahramanlık hikâyelerinde, -örneğin “Başını Vermeyen Şehit”, “Pembe İncili Kaftan”, “Kütük” ve “Vre”- görüyoruz.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde dikkati çeken bir başka etkileyici özellik, doğa ve çevre tasvirleri. Kuşkusuz doğa ve çevre, hayatın; dolayısıyla hayatı konu edinen bütün edebî metinlerin vazgeçilmez parçasıdır, bir şekilde tüm edebî metinlerde kendine yer bulur. Ama Ömer Seyfettin’inde, hikâyede anlatılacak olaylara ve ruhsal atmosfere âdeta zemin hazırlama işlevi gördüğü için dikkati çeker. Örneğin “Kütük”teki; “Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuşsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.” (s. 522) şeklindeki doğa tasviri, kopacak bir çatışmayı sezdirir. Bir kale burcunun tepesindeki bayrağı tasvir eden; “Burcun tepesindeki, beyazlı siyahlı bayrak, can çekişen bir kartal ıstırabıyla kıvranıyordu.” (s. 522) cümlesi ise, âdeta o kalede hapsolmuş, kuşatılmış düşmanın sıkıntısını yansıtmaktadır.
Ömer Seyfettin, kanaatimce siyasi-sosyal ve tarihî hikâyelerinde tam anlamıyla çağının yazarıdır. İkinci Meşrutiyet’in ilânı ile Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarının yarattığı atmosfer tüm Türk aydınları gibi onu da derinden etkilemiş, fikirlerini bu atmosfer biçimlendirmiştir. Bu itibarla hikâye ve yazılarının merkezinde ‘milliyetçi’ bir tepki vardır. Tarihî hikâyelerinde Türkler, cesur, mağrur, sert ve oldukça zekidir. Buna karşılık düşmanlar, özellikle Balkanları konu edinen hikâyelerinde vahşi, saldırgan ve güvenilmezdir. Çoğu aydın gibi o da -örneğin “Efruz Bey”, “Primo Türk Çocuğu” vb. hikâyelerde- Batı’yı ve Batı’yı taklit eden kozmopolit Türkleri şiddetle eleştirir. Milliyet bilincinin emperyalizme karşı bir direnç sağlayacağı düşüncesindedir (Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, s. 258). Hikâye ve yazılarında milleti yeniden tanımlar. Çok dinli, çok dilli Osmanlı milleti tanımına karşı çıkar. Devletle milleti ayırır, “Osmanlılık bir devlettir. Türklük bir milliyettir.” (Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, s. 357) der. Millet tanımında dil ve din birliğini ölçüt alır. Ona göre dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Türkçe konuşan bütün Müslümanlar Türk milletine mensuptur (Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, s. 454). Şu cümleleriyle sanki İsmet Özel’e yol açmıştır:
“Türklerin hepsi Müslüman’dır. Türklüğü sevmek, Müslümanlığı da sevmek demektir.” (Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, s. 459)
Sonuçta çağının yazarıydı, fikirlerinin ve eserlerinin temelindeki ana etken, Osmanlı içindeki milliyetçi isyanlar, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarıydı. Mizah yeteneği, çağının atmosferini aşar bence.