Kimdir Borges? Bence Arjantinli bir İstanbul Efendisi, amâ bir hafız-ı kütüp, el yazmaları arasında gizemli, mistik yolculuklara çıkan bir hulyaperest… Bilge ve sanırım rint. Büyüler, rüyalarla dolu olağanüstü, masalsı bir âlem kuran, Latin Amerika ile Müslüman Şark’ı zaman zaman harmanlayan, yer yer hikmetli metinlere imza atan bir yazar.
“Alçaklığın Evrensel Tarihi”ni (Çev. Zeynep Çağlayan, Logos, 1990) okudum geçen hafta. Ama “Binbir Gece Masalları”nı okumuş gibi oldum. Kitapta anlatılan hırsızlar, katiller, sahtekârlar, mafya, Doğu’nun, Uzak Doğu’nun ve Batı’nın acımasızları, bir yanıyla gerçek, ama bir yanıyla âdeta aynı masalın kahramanları gibiydi. Adındaki ‘alçaklık’ın sertliğine bakmayın! Borges’in dediği gibi bu “ses ve öfkenin” ardında sadece hayal, gölge ve masal var. Kitap, “bir imgeler yüzeyinden başka bir şey değil.” (s. 9). Borges çeşitli kitaplardan devşirdiği bilgileri bir kenara itmiş, hikâyeleri zihninde yeniden kurmuş. Acımasızlık, cinayet, sadakat, ihanet ve kaçınılmaz sonlarıyla bütün o zalim kahramanlar, fani bir dünyada kendi hikâyelerini yaşıyorlar. Bence eğleniyor Borges, onların gerçek hikâyelerini tahrif ederek, bu hikâyelerin arkasındaki değişmeyen şeylere; insanı yoldan çıkaran oynama, kandırma, hile yapma duygusuna, içimizdeki zalimliğe, bunlardan duyulan garip hazza odaklanıyor. Böylece dünyadaki o ünlü kötülerin zalimlerin, sahtekârların hikâyeleri, gerçekçi bir suç hikâyesi olmaktan çıkıp ‘hikemî hikâye’lere dönüşüyor.
Ben bu hikâyelerden en çok meselâ “İnandırıcılıktan Yoksun Düzenci Tom Castro”yu beğendim. Ama hikâyenin başkahramanı Castro’yu değil! Oğlunu yitiren bir annenin, oğlunun ölümüne inanmayışını, her türlü benzemezliğe rağmen ben senin oğlunum diyen Castro’ya inanışını. Borges işte burada annelik duygusunu yakalıyor, gerçekliği böylece inandırıcı bir biçimde alt-üst edebiliyor. Sonra acımasız bir kadın korsan olan Ching’in, yenileceğini anlayınca iki kısa kılıcını ırmağa atarak galip komutana “Tilki ejderhanın kanatlarına sığınıyor.” (s. 51) deyişini… Bu, insana özgü bir teslimiyet ve mağlubiyeti kabulleniştir. Hikâye, bu cümleyle bir anda sertlikten çıkar, hikemi bir metne dönüşür. Aynı yumuşamayı mesela acımasızlığıyla ünlü Keşiş Eastman’ın hayvan severliğinde görürüz, Eastman dört yüzden fazla güvercini ve kolunun altında okşayarak gezdirdiği kedisiyle bir mafya lideri olmaktan çıkar, sevimli bir insana dönüşür. Beni bu hikâyeler içinde etkileyen bir başka şey de “Onur Kırıcı Görgü Hocası Kotsûke no Sûke”deki sadakat duygusudur. Bence Borges de aslında bu hikâyesinde bir alçaklıktan ziyade insandaki o büyük sadakat ve adalet duygusuna vurgu yapar. Kitapta “Maskeli Yün Boyayıcısı Mervli Hakim” ile Müslüman-Şark âlemine, âdeta “Binbir Gece Masalları”nın olağanüstü, mistik dünyasına gireriz. Bu metinde Borges, kumaş boyamayı, kâfirlerin, kalpazanların, düzenbazların sanatı (s. 84) olarak görür. Çünkü göz boyamak ve Tanrı’nın yarattığı gerçek renklerle oynamaktır bu!. Mervli Hakîm’in asıl sahtekârlığı da buradan gelir, yüzünün rengini gizlemiştir. Ama Tanrı’dan bir şey gizlenmez, gerçek er-geç ortaya çıkar.
“Dinbilimcinin Ölümü Hikâyesi”nde yazarlara bir mesaj var. Çok önemli bence. Melanchton adlı yazar ölünce, Tanrı ona Cennet’te çalışabileceği konforlu bir mekan bahşeder. Ama yazar, ruh için merhamet değil inanç gereklidir deyince odasındaki eşyalar kaybolmaya başlar. Bunun üzerine merhamet üzerine bir şeyler yazar. Lâkin yazdıkları ertesi gün görünmez olmaktadır. Çünkü inanmadan yazıyordu! Yoldan sapmıştı, “büyücü ve yüzü olmayan adamlardan biri onu kum tepeciklerine götürmüş; orada şeytanların tutsağı hâline gelmiş.”ti (s. 117).
Borges tam da burada işte! Bir yazar, inanmadığını yazmamalı!..