Biyografik romanın birtakım dezavantajları var.
Kanaatimce en büyüğü, yazarın önüne daha başta bir olay örgüsünün, hikâyenin ve gerçeğin konulması. Çünkü kahraman gerçekte yaşamış bir kişidir ve yazar bu kişinin hayatını gerçeğe uygun biçimde anlatmak zorundadır. Hatta bunun için kahramanının hayatını araştırır. Bu itibarla belgeseldir. Doğrusu muhayyileyi, dolayısıyla yazarı sınırlandırır bu. Çünkü muhayyilenin gerçeğe ve belgelere tâbi olması, eserin sanatsal niteliğini riske sokar, romanı bir edebî eser olmaktan çıkarıp kuru bir bilgi ve belge yığınına dönüştürebilir.
Laurent Seksik’in “Stefan Zweig’in Son Günleri” (Can Yay., 2012) adlı eseri de bir biyografik roman. Seksik romanında ünlü yazar Stefan Zweig’ın İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 1941 Eylül’ünde Brezilya’nın Petropolis şehrine sığınışından 22 Şubat 1942’de eşi Lotte ile intiharına kadar geçen beş aylık süre içindeki hayatını anlatıyor. Çoğu biyografi yazarı gibi o da araştırmalar yapmış, çeşitli belgeleri kullanmış, hatta kitabın sonunda yararlandığı kaynakları da belirtmiş. Ama Seksik’in eseri de biyografik romanın dezavantajlarından kaçamıyor doğal olarak. Çünkü Zweig’ın hayat hikâyesini izlemek zorunda. Bu ise kaçınılmaz olarak tahayyülü büyük oranda pasifize edip çembere alıyor. Oysa tahayyülün sınırlandırıldığı bir sanat eseri eksiktir bence.
Bilindiği ve romanda da belirtildiği üzere Stefan Zweig, Yahudi bir yazar. 1934’te Yahudilere yönelik baskıların artmasından dolayı Salzburg’dan ayrıldı ve bundan sonra âdeta bir sürgün hayatı yaşadı. Önce Londra, sonra New York ve en sonunda da Brezilya’nın Petropolis şehri… Keskik, geriye dönüşlerle Zweig’in tüm macerasını; Salzburg’daki hayatını, çeşitli sanatçılarla ilişkisini, eserlerini nasıl yazdığını, ilk eşi Friderike’yi, sonra Lotte ile evlenmesini, onların New York ve Petropolis’teki hayatlarını gerçeğe uygun biçimde harmanlayarak yeniden inşa ediyor. Kimi zaman biyografik romanın belgesel ve didaktik yapısını kırıyor da!.. Yeri gelmişken biyografik romanın bu yapısının kırılabileceğini belirteyim. Şöyle: Evet birtakım kaynak ve belgeler kahramanın hayat hikâyesine dair somut olayları kaydetmiştir ve bir roman yazarı bu olayları izlemek zorundadır. Ama belge ve bilgilere akseden bu olayların insan ruhunda uyandırdığı etkiler kayıtlarda yoktur. İşte yazarın tahlil gücü ve muhayyilesi bu noktada araya girip o boşlukları psikolojik tahlil ve tespitlerle doldurabilirse, biyografi kahramanı belgelerin cenderesinden kurtulup ‘duyan bir insan’a dönüşebilir. Böylece biyografik roman canlanır, ruh kazanır. Seksik bunu deniyor aslında. Lotte’nin acılarını, yalnızlığını, aşktaki eksikliği, hayata olan bağlılığını anlatırken başarılı, onun ruhuna inebiliyor. Böylece Lotte ruhsuz bir belgesel suret olmaktan kurtuluyor. Ancak aynı başarıyı Zweig’da sağladığını söyleyemem. Adım adım intihara giden bir kişi, elbette ruhsal anlamda bir depresyon geçirir. Seksik, Zweig’daki intihar psikolojisini anlatmada, yalnızlığına, umutsuzluğuna, melankolik kişiliğine vurgu yapsa da pek başarılı değil!
Romanda dikkatimi çeken ikinci husus… Bu, sadece Zweig’ın hayatını konu edinen bir roman değil, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle siyasî ve sosyal cephesi de var. Ama Laurent Seksik, o kadar sık ve o kadar açık biçimde Yahudi vurgusu yapıyor ki, bu durum eserini giderek bir ‘propaganda romanı’na dönüştürüyor. Okur sanki bu romanın Zweig’ın da önüne geçerek Yahudilere yapılan soykırımı anlatmak için yazılmış hissine kapılıyor yer yer.
Her şeye karşın Zweig’ın hayatını, özellikle Lotte’nin yaşadığı yalnızlığı ve acıyı bir roman olarak okumak belge okumaktan daha etkili. Sanatı, tarih ve belgeden ayıran harikulâde özellik de bu olsa gerek!..