Bizi nesnelere, kimi insanlara ya da varlıklara, hatta kimi vakitlere, mekânlara hususen bağlayan, onları nezdimizde kıymetlendiren veya kutsal kılan anlatılardır. Gelenek de öyle! Her gelenek, bir anlatı ile anlam ve değer kazanır, anlatısıyla kuşaktan kuşağa naklolunur; daha doğrusu bir şeyi gelenekleştiren, ritüele dönüştüren anlatısıdır. Örneğin kurban bayramı, sadece takvim içinde güneşin doğuşu ve batışı arasında sıradan bir gün müdür! Hayır! O güne raptolan, hatta ad veren hikâye -olaylar zinciri- Byung Chul-Han’ın deyişiyle ‘anlatı’, kutsal bir anlam yükleyerek onu sıradan bir gün olmaktan çıkarmış, bir ritüele dönüştürmüştür. Bu anlatı, asırlar boyunca kuşaktan kuşağa nakledilerek kendine özgü bir ‘anlatı topluluğu’ da oluşturmuştur. Ya şimdi, anlatı sonrası bu enformasyon çağında?.. Takvim, anlatıdan arındırılmış, sadece bir ‘randevu çizelgesi’ne indirgenmiştir. Bayramlar artık anlatısından kopmuş, yorulan performans öznelerinin ‘tatil günleri’ne dönüşmüştür.
Burada kurban bayramı sadece bir örnek. Aslında aynı şekilde kimi nesnelere, insanlara, varlıklara, genel olarak hayata, birtakım anlatılarla anlam veriyoruz. Duygu, düşünce, inanç ve geleneklerimizin kökünde böyle anlatılar var. Dolayısıyla Byung Chul Han’ın deyişiyle “Anlatılar varlığa demirlediğimiz çapa[lardır].” (Anlatının Krizi, Çev. Murat Erşen, Ketebe Yay.,2024, s. 9). İnsan, varlık, zaman ve mekânla o anlatı çapaları vasıtasıyla irtibat kuruyor.
Şimdi burada bir nefes alalım! Birincisi, anlatı varlığa bir anlam ve değer, ‘içsel hakikat’ kazandırır. İkinci özelliği sürekliliktir, doğumdan ölüme değin kendini duyurur. Üçüncüsü, kendine özgü bir ‘anlatı topluluğu’ oluşturur. Bir başka özelliği, anlatıcı hitap edeceği toplulukla karşı karşıyadır, doğrudan göz teması kurar, ses tonunun ve ritminin imkânlarından yararlanır, anlatının gerektirdiği geleneksel birtakım söz kalıplarına -tıpkı Karagöz veya meddahta olduğu gibi- vakıftır. Amacı, anlatının içsel hakikatini hitap ettiği topluluğa nakletmek, onlarda derin ve kalıcı etkiler bırakmaktır. Nitekim Walter Benjamin “anlatıcı, okuruna nasihat verebilecek kişidir” der. Bu manada o -örneğin mesnevihan, meddah, halk hikâyecisi veya Karagöz oynatıcısı- aynı zamanda bilge biridir. Yine Benjamin’in dediği üzere “Bilgelik bir anlatı olarak yaşamın içine gömülüdür.” Burada bir şeye daha işaret edeyim; nasihat ancak bir anlatı ile verilirse etkili olur, hız çağındaki birtakım fragmanlar, sadece anlık uyarı parçacıklarıdır, anlatının kalıcı etkisini taşımaz ve kısa sürede unutulurlar.
Şimdi enformasyon çağındayız, dijital ortamda ne söylediğimiz anlamda bir ‘anlatı’, ne ‘anlatıcı’, ne de bir ‘anlatı topluluğu’ var, anlatının yerini enformasyon aldı. Enformasyon, anlıktır, muhataba sadece bilgi verir, anlatmaz, içsel bir hakikat iletmek niyetinde değildir, dinleyeni ya da okuyanı varlığa, bir insana, bir nesneye veya mekâna raptetmez. Örneğin Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri, camiyi “hendesi bir taş yığını” olmaktan çıkaran bir anlatıdır, hatta anlatılardan bir anlatı türeterek nesneye/ mekâna bir anlam, bir tarih nakşeder. Anlatı topluluğu, o şiir/ anlatı vasıtasıyla söz konusu mekâna ruhen katışır. Ancak Süleymaniye Camii ile ilgili bir enformasyonun bu tür bir gücü ve etkisi yoktur. Byung Chul Han “Anlatının Krizi”nde enformasyonu, “haber peşinde dünyayı tarayan muhabirlerin ortamı”na benzetir. Hikâye anlatıcısı -örneğin bu şiirde Yahya Kemal- bir muhabir değildir, bilgi vermeyi ya da açıklamayı amaçlamaz! Aslında bir sanat eserinin en önemli niteliklerinden biri, içinde daima bir sırrın deviniyor olmasıdır. Bu itibarla örtüklük/ sır, sanatın büyüsüdür. Eser, sırdan neşet eden gerilim sayesinde diri kalır. Enformasyon tufanı, anlatıya özgü bu sırrı/ büyüyü ortadan kaldırmış, çıplaklaştırmış, dikkatle dinleyen anlatı topluluğunu, topluluk olmaktan çıkarıp bilgisayar ekranı başında haberden habere hızla atlayan bir ‘dijital okur’a, hayır sadece okur değil bir tüketiciye indirgemiştir. Artık tefekküre vakit yoktur, anlık bilgiler, paylaşımlar havada uçuşur, anlatı metalaşmış, bilge anlatıcıların yerini uzman, mekanik enformist yazarlar almıştır!.. Günümüz yazarına hâkim olan bir “enformasyon avcısının teyakkuz hâli”dir.
Kültür endüstrisi, dijital ortamda anlık enformasyonlar üretiyor, üstelik o ‘büyük anlatılar’ı yağmalayarak. Ve bu ‘bilgi zerrecikleri’ âdeta birer reklâm fragmanı gibi boşlukta uçuşup kayboluyorlar, hiçbirinin varlığa demirleyecek niteliği, hatta kaygısı yok!.. Anlatı değil uğultu…