İkinci Yeni’nin en içe kapanık, suskun, yalnız ve düşünceli şairidir bence Turgut Uyar. Örneğin şiirin bin türlüsünü deneyen, sürekli yenilik peşinde koşan bir İlhan Berk değildir o! Dünya’ya humour’la bakan, nüktedan ve uçarı Cemal Süreya’ya da benzemiyor. İktidar karşıtı bir anarşist ve yıkıcı bir marijinal olan Ece Ayhan’a ise hiçbiri benzeyemez zaten! Sezai Karakoç, sükûnet içre mümin bir ‘medeniyet mütefekkiri’, hepsinden ayrı! Edip Cansever’e benzer belki biraz ama onun daha romantiği, daha ‘Yalağuz’u, daha derini, modern bir mistik, kentte ve kalabalıklarda bunalmış birey… Usanç, bunaltı, yabancılaşma, kaçma, doğaya özlem, arınma ve yalnızlık şiirlerinin başlıca temaları.
Şiire 1940’lı yılların sonu, 50’lerin başında Arzıhâl ve Türkiyem’le adım attı Uyar. Anadolu’da, bir süre Posof’ta, sonra da Terme’de askerî memur olarak çalıştı. Genç yaşta bir “Elâ gözlü”ye tutulmuş, ona delice aşk şiirleri yazmış buna bir de Anadolu’yu, vatanı, doğayı, gurbeti, sılayı, yalnızlığı eklemişti. İlk şiirlerinin merkezine Anadolu’yu koydu, sonra gençlik aşkını, gurbeti, sılayı, uzaklara gitme arzusunu. Dilini henüz bulamamış, ikinci kuşak hececilerle, âşık şiiri arasında gidip gelen, zaman zaman Garip şiirine öykünen ‘toy’ bir şair!.
***
Zarını Turgut Uyar’dan yana atan Nurullah Ataç yanılmamış! Dünyanın En Güzel Arabistan’ında, bambaşka bir dil ve imgeyle, bambaşka bir biçim ve içerikle; hâsılı ‘modern’ bir şiirle çıktı okurların karşısına, İkinci Yeni’ye dahil oldu. 1950 sonrasındaki büyük toplumsal değişme; para patlaması, büyük kente yerleşme, askerî memurluktan istifa ediş, varoluşçu felsefe, sanatta yeni eğilimler… Hepsi etkili olmuştur herhâlde şiirindeki büyük değişimde. Bu evrede, büyük kent, kentteki kirli terli kalabalıklar, kirli ilişkiler, doğadan kopuş, yalnızlık, usanç, sıkıntı, yabancılaşma, bir ‘kabus’ gibi çöker Uyar’ın şiirine. Şiirlerinde dediği gibi; her şeyin naylondan olduğu, insanı tutkulara, “Otobüse, sosise, buzdolabına/Telefona, sinemalara, radyolara bir sürü kancık sevdalara”, “mutsuz alışkanlıklara/Yalana, dolana itliklere…”, “sıkıntılı pazarlara”, “sahanda yumurtalar”a, “bonolar[a], kefiller”e çağıran, “şehri uğultularla dolduran namussuz, alaycı, düzenbaz kalabalık”larla dolu bu dünyaya alışamamıştı. Çünkü “Kuru güller gibi yersiz ve ince[ydi]…”, “Çünkü dağlara alışıktı”…
İşte bu tasvir ettiği kirli ‘modern büyük kent’te kendini kuşatılmış, kirlenmiş ve yalnız hissetti Uyar. Hep kaçmak istedi o dünyadan, kimi kez çocukluğun masal cenneti “Geyikli Gece”lere, kimi kez “Göğe Bakma Durağı”na veya hiç olmazsa menekşe yetiştirilen balkonlara sığınmak istedi. Çünkü, bu “Kankentleri”nde boğuluyordu…
***
Kısaca, şiirlerinde “kirli bir modern dünya” çizdi. İnsan da, genelde bunalmış ve kirlenmişti bu dünyada. O sebeple ‘arınma’ temi önemli bir yer tutar onda. Tıpkı bir şiirinde; “Ben koşarım aşağlara, koşarım/Yıkanacak, boğulacak su bulsam” dediği gibi… Arınmak istedi bu dünyanın kirinden, toprağın taa derinliklerine inmek, oradaki dip sularında yıkanmak… Edip Cansever’e yazdığı ağıtta “Ki her Müslüman öldüğünde yağmur yağar” demesi de herhâlde bundandır.
Bir şiirinde “yaz günü kim ister ki öldüğünü” demesine karşın, 22 Ağustos 1985’te, bir yaz günü hayata veda etti Uyar. Geçen hafta ölüm yıl dönümüydü. Kendine yazdığı ağıtta “ölümüm bir kandil olacak” demiş. Öyle olsun!..
“Ben bir gün giderim ki, ey diri at/elbette benim de bir şeyim kalır” diyor bir şiirinde. Ustalıktan korkan şairden bize bir “Büyük Saat” kaldı; hayatın fâni olduğunu bildiren büyük bir saat!..